«Yabancısı oldum; ama yalancısı olmadım hayatın...»

13 Kasım 2012 Salı

Şeytanî Tesettür




Tesettür ikiye ayrılır: Şer'i tesettür, şeytani tesettür.

Şer'i tesettür fıkıh kitaplarımızda yazılıdır.

Merhum şehid İskilipli Atıf efendinin bu konuda güzel ve çok faydalı bir kitapçığı vardır.

Şer'i tesettürün özellikleri nelerdir:

1. Yabancı erkeklerin şehvetli bakışlarını ve dikkatlerini üzerine çekmez.

2. Vücud hatlarını gizler.

3. İslam kadınlarını yükseltir.

4. Zarif ve güzeldir.

5. Sadedir, ucuza mal olur.

Şeytani tesettürün özellikleri:

1. Şehvetli bakışları açık kadın ve kızlardan daha fazla çeker.

2. Dardır, vücut hatlarını gösterir.

3. Alaca bulaca, göze batıcı renklerledir.

4. çok masraflıdır, israfa sebep olur, israf ise haramdır.

5. Rüküştür.

Bugün ülkemizde şeytani tesettür bir sektör haline gelmiştir ve yekun olarak büyük paralar dönmektedir.

Şeytani tesettür israfa yol açtığı için haramdır.

Kur'ana, Sünnete, fıkha uygun şer'i tesettür farzdır; şeytanitesettür haramdır.

Türkiye Müslümanları yeteri kadar medeni Müslüman olsalardı şeytani tesettür olmazdı.

Şu rezalete bakınız:

Tesettür defilesi yapılıyor... Birkaç gün önce bikini mayo modelleri teşhir eden mankenler kiralanmış, sözde tesettür kıyafetleri sergileniyor...

Ortada podyum... Hoparlörlerle 120 desibel şiddetinde rock müziği...Podyumun iki tarafından gözleri fıldır fıldır erkekler, açık kadınlar, sözde tesettürlü kadınlar, gazeteciler, fotografçılar, kameramanlar... Mankenler podyuma çıkıyor. Topuklarıyla yerlere rap rap rap basarak salına salına yürüyor...

Yahu böyle tesettür olur mu?

Bunlar Kur'ana, Sünnete, Şeriata tamamen aykırı şeylerdir.

Maalesef Türkiye İslamcıları tesettürün de cılkını çıkartmışlardır.


« Mehmet Şevket Eygi »

8 Kasım 2012 Perşembe

SEVGİLİLER GÜNÜ (!)



Evliler günü yok, nişanlılar günü yok; fakat sevgililer günü var. Her ne kadar evliler de sevgililer gününü kutluyorsa da boş yere kendilerini aldatmasınlar, gün sevgililerin günü; sevenlerin günü değil.

Yani nikahsız birlikteliklerin günü. Evliliğin sorumluluğundan kaçan, fıtratındaki karşı cins arzusunu sorumluluk almadan, her an bırakabilme keyfiyeti ile yaşayanların günü. “Evlilik aşkı öldürür.” sloganının ardına sığınıp, sevdiğinin yanında olmayışını şiirsel anlatımla maskelemeye çalışanların günü. Zinaya niyet edenlerin günü. Zinaya yaklaşanların günü. Evlilik yerine zinayı tercih edenlerin günü.

Peki bizim gibi Müslüman toplumların böyle günlere ihtiyacı var mıdır? Yoktur tabii ki; fakat galiba artık olacak. Neden? Batıyı bu kadar taklit ettiğimiz için günlerini de mecburen almamız gerekecek. “Daha modern olalım” diye batıdan aldığımız, evliliğin köküne kibrit suyu dökecek kanunlar olduğu sürece, daha çok ihtiyacımız olacak bu günlere. Gittikçe bu sorumsuzluk günü, zaruret gününe dönüşecek gibi. Neden mi?

Okurum Bilal bey, batının bize sirayet etmeye başlayan durumunu çok iyi anlatmış:

“Amerika birleşik devletlerine staj yapmak için gitmiştim. Beraber çalıştığım 35-36 yaşlarında bir siyah arkadaşım, bir ara iki çocuğu olduğundan bahsetmişti. Sonra ben ona evliliklerle ilgili bir şey sorduğumda ‘ben evli değilim’ demişti. ‘Bana iki çocuğum var, demiştin boşandın mı?’ diye sorduğumda ‘hayır’ dedi. Sonra da ‘Biz birlikte yaşıyoruz, evlenmek burada zengin insanların işi’ dedi. İlk önceleri anlayamamıştım; ama beyaz boşanmış bir Amerikalının karısına nafaka ödememek için çalışmadığını, bunun için de haftada iki kez iş bulma kurumuna gittiğini görünce anladım. Sonuç olarak; Amerika'da zenginler evlenip düzenli bir hayat kurarken, fakirler birlikte yaşıyorlardı. Eskiden Türkiye’de fakirler evlenir, düzenli hayat kurarken, bazı zenginler böyle birliktelikler yaşarlardı.

Ama artık Türkiye'de de ekonomiyle ahlak birbirine linklenmeye başladı. Bakın mesela evlenmek gibi meşru bir şey ne kadar zor artık ülkemizde. Güzel bir ev tutacaksınız, iyi bir işiniz, iyi bir arabanız, düğün ve balayı paranız olacak. Eşiniz sizden ayrılınca maddi manevi bitmeyi göze alacaksınız… diye gidiyor. Fakat gayri meşru ilişkilerde nedense bunlar aranmıyor. Bir çay bahçesi, bir-iki güzel muhabbet yetiyor. Bir medeniyetin batmak üzere olduğunu tam buradan anlarsınız. Meşru olan, gayrimeşrudan kat kat zorsa, o medeniyet çöküyordur.”

Bilal beyin anlattığı gibi, bu evlenme ve boşanma işi batıdan gelen kanunlarla erkek açısından bu kadar külfet haline gelmeye başlayınca erkekler evlenmek istemeyecekler; kızlar istedikleri halde evlenemeyecekler.

Sevgililik ayaklarına zina yaygınlaşacak. Artık küçücük çocukların bile sevgilileri var. Sevgilisi olmayan gençler utanıyorlar, tercih edilmeyen kişi olduklarını düşünüp. Sevmeyi bilmeyenler, sevgili olmayı öğreniyorlar.

Magazin programları hangi ünlü, kaçıncı kez sevgili değiştiriyor, artık yetişemiyor. Gençler ekran başında evliliğin sadece bir imza olduğunu ve nikahsız birliktelikler yaşayanların daha mutlu olduklarını anlatanları saf saf dinliyorlar. “Evlilik zaten zorlaştı, madem böyle de iyiymiş, evlenmeye ne gerek var.” diye gençler evlilikten iyice soğuyorlar.


« Sema Maraşlı »

7 Kasım 2012 Çarşamba

Amellerin en hayırlısı bir müminin gönlüne sevinç sokmaktır.



Dünyanın gerçek bir yer olduğunu düşünmüyorum. Hüseyin Akın'ın deyişiyle, dünyaya değil, rüyaya inananlardanım. Rüyadayız ve uyanacağız. Sonrasında her şey çok daha güzel olacak ya da olmayacak.

Şu da var: Hazreti Muhammed'e 'iki cihan peygamberi' derken, meselenin buradan ibaret olmadığını da söylemiş ve kabul etmiş oluyoruz.

Bir de şu: 'Huzur İslam'da' deniliyor. Doğrudur. Fakat bu sözün, burası için değil, orası için geçerli olduğuna inanıyorum. Her gün şu kadar yakıcı ve yıkıcı şey olurken, bir Müslüman'ın huzur içinde yaşaması mümkün mü? Değil.

Açıkçası, bu dünyada peşinden koşmaya değecek bir şeyin olduğuna inanmıyorum. İkinci otobüsün olmadığını bilsem bile, birincisinin peşinden koşmam.

Dil bahsini de unutmayalım. Dünyanın dilini bilmiyorum ve öğrenmeye de niyetli değilim. Çünkü bu dil, az harf ve çok rakamdan oluşuyor. Rakamlar, ağırlık yapar. Bize söylenen, ağırlıklarımızdan kurtulup öyle gelmemiz yahut gitmemiz.

Yasin suresinin elli sekizinci ayetinde, 'Onlara merhametli Rabbin söylediği selam vardır' buyruluyor. Kendi adıma, sadece bu selamın peşindeyim.

Yaşama gerekçem, Hay ve haysiyet.

***

Şu anda tam olarak hatırlamıyorum. Bir hatıratta okumuştum. Seksen yaşını geride bırakmış bir edebiyatçı, 'öleceğime üzülmüyorum, fakat doğmasaydım üzülürdüm' diyordu.

Bu ifadenin beni götürdüğü yer, 'heves' kelimesidir. Dünyaya geliyor veya gönderiliyor, hevesimizi alıp gidiyoruz. Az-çok.

Gözleri görmeyen birinin gezmeye gitmesini düşünün. Belki de böyle bir şey.

Sonuç olarak, şairin dediği gibi: Biz gidiyoruz dünya, sen çok yaşa e mi?

İnsanın hükmü, ancak gitmeye geçiyor.

İşte: Doğduğum vakit, dünya, dört buçuk milyar yaşındaydı. Geldim, gidiyorum, dünyanın yaşını hâlâ dört buçuk milyar olarak kayıtlara geçiriyorlar.

Bu kadar basit.

***

Bütün bunları niye yazıyoruz?

Açıklayayım: Dünyaya ait hiçbir şey, bir insanın kalbini kırmaya değmez. Tekrar ve tekrar söyleyelim; değmez.

'Amellerin en hayırlısı ise bir müminin gönlüne sevinç sokmaktır.'

Fakat böyle mi?

Çevremize bir bakalım: İş ortamlarına, siyaset sahnesine, sanal dünyaya...

Siyasi ikbal uğruna insanları kırarak ve kullanarak ilerleyenlere dikkat edin. Hizmetten, Allah rızasından bahsediyorlar.

Ahlak diyenden ahlaksızlık, merhamet diyenden merhametsizlik gördük, görüyoruz. Çok acı.

Sanal ortamları biraz kurcalayın. Müstear ismin yıkıcılığına sığınan din kardeşlerimiz, durmadan yaralayıcı 'iş'lere imza atıyorlar.

Kötülük yapmak, dünya tarihi boyunca, herhalde hiç bu kadar kolay olmamıştı.

Pusu kurmak bile ciddi bir emek isterken; sosyal medya üzerinden insanları karalamak, gönülleri yormak, sadece saniyeler alıyor.

Şunu da belirtmeden geçmeyelim: Kardeşlik hukukunu yerine getirip de birbirine düşkün ve tutkun olan insanların hemen 'çete' damgası yemesi de ayrı bir garipliktir. Soralım: Kimler kardeşti?

'Emeğe düşmanlık' konusuna girmiyorum bile.

Aliya İzzetbegoviç, 'hayat, inanan ve salih amel işleyenlerin dışında hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur' diyor. Öyle.

Artık bitirelim: Dünyanın işleri ikiye ayrılıyor; yalan dünyanın yanlış işleri ve yalan dünyanın doğru işleri.

Yanlışı yanlışla sürdürmemek dileğiyle.


« İbrahim Tenekeci »

30 Ekim 2012 Salı

Birini kendine âşık etmek.





O bildik hikâye. Âşık olmuş, gönlünü kaptırıvermiş birine. Hayat "o" olmuş artık. Varsa da yoksa "o". Sabah akşam "o". Hakkında konuşmak istediği tek konu "o".

"Nasıl oldu?" diye soracağım tutuyor. Sorunun önemine kendim de inanmadan, aslında cevabını en çok bildiğim bir şeyi soruyorum, bile bile. Sanki âşık olmanın "nasılı" varmış gibi.

Ellerini iki yana açarak, "Oldu işte," diyor. "Ben de bilmiyorum. Göz göre göre âşık oldum." Bir kibrit çakar gibi aniden, birden def'i bir şekilde gelişmiş her şey. Bir an gelmiş, artık sadece onu düşünür bulmuş kendini. Cevabında öyle gizemli, sıra dışı bir yan yok. Tahmin ettiğim şeyi söyledi. Ya ilk görüşte âşık olur insan; ya da adım adım, göre göre ama nihayetinde yine ani ve def'i bir şekilde.

Yok, sıradan bir cevap gibi göründüğüne aldanmayın. Ben de aldandım gerçi ilk anda. Öyle bir şey söyledi ki, vakti gelip de idrak ettiğimde, zihnimde bir şimşek çaktıracak, karanlık bir noktayı aydınlatacaktı sözündeki bir ayrıntı.

Bir kutu mendilin neredeyse yarısını bitirdi. "Hepsini kullanma, başkalarını da düşün," diyorum. Hem ağlıyor hem gülümsüyor. "Güzel işte âşık olmuşsun. Birini seviyorsun. Gönlünü kaptırdın ona. Bunda ağlayacak ne var ki?" diye yarı takılarak soruyorum. Yok, sen beni hiç anlamıyorsun, der gibi bakıyor yüzüme.

"O beni sevmiyor ama."

"Sevmesin, ne olacak ki, sen onu seviyorsun ya, yetmez mi?" diyorum üzerine giderek. Gıcık bir cümle olduğunun farkındayım. Ortamı biraz germek istiyorum nedense?

"İnsan sevilmek istiyor ama. Benim de sevilmeye ihtiyacım var."

Doğru söze ne denir? İnsanın sevilmeye ihtiyacı var. İşin aslına bakılırsa canlı cansız her varlık sevilmek istiyor ama insanınki bir başka.

"Çok kızgınım," derken sesinde kızgınlığın titreşimi hissediliyor. Kime kızgın acaba, ona mı kendine mi? Kendine niye kızgın olsun ki, elbette ona kızgın olacak. O beni sevmiyor, dedi ya. Yine de soruyorum.

"Kime çok kızgınsın?"

"Kendime tabii ki."

"Tabii ki"yi öyle bir tonda söylüyor ki, bu soruyu sorarak ayıp etmişim sanki. Bu soru da sorulur mu şimdi dercesine. Oysa iyi ki sormuşum. Yoksa ben ona kızgın olacağını sanıp yaşadığı karmaşanın esasını kaçırmış olacaktım.

"Kendine kızgınsın, çünkü..." Çok sevdiğim bir teknik bu. Cümle tamamlama testi gibi. Cümlenin sonunu karşıdaki tamamladığında kendiyle ilgili çok önemli bir bilgi vermiş olacak.

"Kendime niye kızgın olmayayım ki, siz olsaydınız kendinize kızıp suçlamaz mıydınız? Onu kendime bir türlü âşık edemedim."

Soru okkalı. Biraz düşünüyorum ama uygun bir cevap gelmiyor aklıma. Madem öyle ben de soruya soruyla karşılık veririm. "Onu kendine âşık edememek kendinle ilgili ne hissettiriyor sana?"

Şimdi de düşünme sırası onda. "Çok yetersiz olduğumu hissettiriyor. Kendimi sevdirmeyi beceremedim bir türlü. Bu yüzden kendimi çok suçluyorum. Bazı arkadaşlarım başarıyor bunu ama. Âşık olduklarını etkileyip sevdiriyorlar kendilerini."

İşte bu kötü oldu, başka arkadaşlarının bunu başardığını sanması yani. Öyle bir şey söylemeliyim ki, bu onu ikna etmeli. Başım çatlayacak neredeyse zihnimin kıvrımlarında ona söyleyeceğim şeyi aramaktan.. İşte tam o anda masada kimin koyduğunu bilemediğim kibrit kutusu çarpıyor gözüme. Konuşmasının başında, "Kibrit çakar gibi bağlandım ona," dememiş miydi o da?

"Şu kalemi kibrit kutusunun kavına sürterek yakar mısın?"

"Kalem yanmaz ki," diyor, bir yandan da ne ne yaptığımı anlamaya çalışıyor yüzümü inceleyerek.

"Bir kalemi yakamadın ne kadar beceriksizsin diye kendine kızıp suçlamazsın yani?" Başını oynatmadan gözleriyle evet diyor. Kutudan bir kibrit çöpü çıkarıp yakmasını istiyorum. İsteksizce uzanıyor kibrit kutusuna. "Lütfen, gerçekten yapmanı istiyorum," diyorum. Kibrit çöpü kolayca alev alıyor.

"Muhteşem bir iş başardım, bravo bana, der misin kendine şimdi?" diye soruyorum.

"Bunun neresi muhteşem yahu, kibrit çöpünü kutunun zımparalı kenarına sürttüm, o kadar, herkes yapabilir bunu."

"O zaman ne demek istediğimi anladın."

Evet anlamında başını sallayarak konuşmaya katılıyor. "Yani âşık olduğum çocuk demir metal gibi, ne yaparsam yapayım ateş almayacak, öyle mi?"

"Evet öyle. Ne yaparsak yapalım birini kendimize âşık etme gücümüz, kudretimiz yok. İşte bu yüzden, birisini niye kendime bağlayamadım demek haddi aşan bir ifade."

"Ama arkadaşlarımdan yapan var."

"Hayır, yok. Onların yaptık dedikleriyle senin kibriti yakman arasında fark yok. Kendini düşünsene, âşık olmak için ne yaptın, koca bir hiç. Kendin dedin ya kibrit çakar gibi oldu diye. Birisinin kalbi kibrit çöpünün o kavlı ucu gibi yanma yani âşık olma kıvamına gelmişse, ki bu Mutlak Varlığın iradesiyledir, insan sadece bu sevginin ortaya çıkmasına vesile olabilir. Birisi sana âşık olup sevdiyse bu senin başarın olmadığı gibi âşık olmaması da başarısızlığın değildir."

"Kalpleri evirip çeviren O'dur yani?"

Evet, bütün mesele budur.



« Mustafa Ulusoy »

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Kulluk borcu...



Unutma; her insan dünyaya borçlu olarak gelir.
Hayatı boyunca da onları ödeye ödeye yaşar.

İnsan doğduğu andan itibaren, onu karnında taşıyan
ve dünyaya getiren, büyümesine yardımcı olan "annelik" borcuyla başlar hayata...

Vesile olan ve rızkını temin için çırpınan insan için,
"babalık" borcu...

Evlendiğinde, yuvasına "sadakat" borcu..
Çoluk çocuğa karıştığında "sorumluluk" borcu..Ve dahası "vatan" borcu..

Gözlerini hayata yumduğu andan itibaren, yeni borçlar çıkacaktır önüne;
"Kulluk" borcu...


« A. Günbay YILDIZ »

?

"Fazla okuma uçarsın!" diye dalga geçiyorsun.
Okuduğuyla amel edeni görünce de
"O kadar derine dalma, delirirsin!" diyorsun.

Acil servisleri dolduran genç kız ve delikanlılarımız,
acaba fazla ibadetten mi; yoksa çok okumaktan mı
oraya düştüler?

Dindar gençlerle züppe tipler,

mutaasıb ailelerle sosyete aileleri karşılaştırmalı!

Hangileri daha çok bunalıyor, daralıyor?

Hangileri intihara kalkışıyor?

Hangileri derine dalmış, hangileri çukura düşmüş?

Fazla mala göz çıkarmaz diyorsun da,
fazla ibadet, fazla örtünme, fazla sadaka, fazla
okumanın göz çıkardığına nasıl hükmediyorsun?

İbrahim Balcı / Ertelenen islami Hayat

31 Temmuz 2012 Salı

Her şey yalan, tek gerçek: ölüm.

Kendilerini bulunmaz Hint kumaşı zannedenler(!)

Rakip tanımayıp başkalarına hayat hakkı
vermeyenler(!)
Kabristanın önünden geçerken şunu
çok düşünsünler:

"Burası bir zamanlar kendilerini vazgeçilmez sayan
insanlarla doludur."

( Necmettin Şahinler / Aynasını Arayan Adam )

Tevekkül...

Sevinmek ya da yerinmek için gaybı bilmek gerek.
T e v e k k ü l, iyidir...

( Tarık Tufan )

Fark var!

Nankör derki ; "Ey Allah'ım, ben bunu hakedecek ne
yaptım?"

Şükür ehli derki; "Ey Allah'ım, ben bunu hakedecek
ne yaptım?"

"Her şeyimiz" ve "Hiçbir şeyimiz"

Anne karnındaki bebeğin sahip olduğu en önemli
varlığı, göbek kordonudur. Bebeğin beslenmesi,
gelişip büyümesi, göbek kordonuna bağlıdır. Onun
için hayati önem taşır. Bebeğin anne karnındayken
gözü, kulağı, ağzı, elleri, ayakları vardır; ama bebek,
göbek kordonunu kendisinin "her şeyi" olarak görür; çünkü diğer organlara anne karnında ihtiyacı
yoktur. Bebek dünyaya geldiğinde, "her şeyim"
dediği göbek kordonu çöpe atılır, artık onun "hiçbir
şeyi" olur, organları "her şeyi" olur.

Aynen bu
örnekteki gibi biz de bu dünyadaki işlerimizi,
eğlenceyi; yani bu dünyayı "her şeyimiz" olarak görüyoruz. Namaz, oruç, hac, zekat, sadaka gibi
bütün ibadetlerin bize şu anda faydası yokmuş gibi
düşünüyoruz. Şu anda "her şeyimiz" zannettiğimiz
dünya işlerimiz, dünya hayatı bittiğinde, "hiçbir
şeyimiz"; ama ahirete gönderdiğimiz ibadetlerimiz
"her şeyimiz" olacak. Aynen bebeğin durumu gibi...

(Vehbi Karataş - Niçin Namaz)

19 Mayıs 2012 Cumartesi

merhaba dememişsen; anlamsızdır elvedaların...

Bir yerlerde tıkanıp kaldığında hayat, soluk almak güçleştiğinde; yüreğin susup, mantığın sürüklemeye başladığında ayaklarını, dağlara dönmeli yüzünü insan.
Yeni patikalar, yeni yollar seçmeli, yüreğini ferahlatacak; yeni insanlarla tanışmalı, yeni keşifler yapacak....

Hep isteyip de, bir gün yaparım diye ertelediği ne varsa, gerçekleştirmeyi denemeli!
Her geçen gece, ölüme bir gün daha yaklaştığını; zamanın bir nehir, kendisinin bir sal olup da, o dursa da yolculuğun devam ettiğini anlamalı.

Baş döndürücü bir hızla geçiyorsa birbirinin aynı günler, her akşam aynı can sıkıntısıyla eve giriliyorsa, değiştirmeye çalışmalı bir şeyleri; küçük şeylerle başlamalı belki; örneğin, birkaç durak önce inip servisten, otobüsten, yürümeli eve kadar, yüreğine takmalı güneş gözlüklerini; gördüğünü hissedebilmeli!

Sağlığını kaybedip, ölümle yüz yüze gelmeden önce, değerli olabilmeli hayat!
İllâ büyük acılar çekmemeli, küçük mutlulukları fark etmek için!
Başkasının yerine koyabilmeli kendini; ağlayan birine 'Gül', inleyen birine 'Sus' dememeli! Ağlayana omuz, inleyene çare olabilmeli!
Şu adaletsiz, merhametsiz dünyaya ayak uydurmamalı; sevgisiz, soysuz kalarak!
Dikeni yüzünden hesap sormak yerine gülden, derin bir soluk alıp, hapsetmeli kokusunu içine...
Güneşin doğuşunu seyretmeli arada bir, seher yeli okşamalı saçlarını...
Karda, yağmurda; sevincine, coşkusuna, fırtınada boranda; öfkesine, isyanına ortak olabilmeli doğanın!

Bir çocuğun ilk adımlarında umudu; bir gencin düşlerinde geleceği; bir yaşlının hatıralarında geçmişi görebilmeli!
Çalışmadan başarmayı, sevmeden sevilmeyi, mutlu etmeden mutlu olmayı beklememeli!
Ama küçük, ama büyük; her hayal kırıklığı, her acı, bir fırsat yaşamdan yeni bir şeyler öğrenebilmek için; kaçırmamalı!

Çünkü hiç düşmemişsen, el vermezsin kimseye kalkması için, hiç çaresiz kalmamışsan; dermanı olamazsın dertlerin, ağlamayı bilmiyorsan; neşesizdir kahkahaların, merhaba dememişsen; anlamsızdır elvedaların...

Ne, herkesi düşünmekten kendini; ne kendini düşünmekten herkesi unutmamalı! Bilmeli çok kısa olduğunu hayatın; hep vermek ya da hep almak için...

Sadece, anlatacak bir şeyleri olduğunda değil, söyleyecek bir şey bulamadığında da dinleyebilmeli! Aklı ve kalbiyle katılabilmeli sohbetlere...

Hafızası olmalı insanın; hiç değilse, aynı hataları, aynı bahanelerle tekrarlamaması için! Soruları olmalı, yanıtları bulmak için bir ömür harcayacak! Dostları olmalı, ruhunun ve zihninin sınırlarını zorlayacak!

Herkese yetecek kadar büyük olmalı sevgisi; ama kapasitesi sınırlı olmalı yüreğinin ki, hakkını verebilsin sevdiklerinin, zaman bulabilsin; bir teşekkür, bir elveda için...

Yaşam dedikleri bir sınavsa eğer; asla vazgeçmemeli sevmek ve öğrenmekten; ama, herkesi sevemeyeceğini de her şeyi bilemeyeceğini de fark edebilmeli insan!

Tıpkı, her şeye sahip olamayacağı gibi...

Zamanın ninnisiyle, uykuda geçirmemeli hayatı...

( Oğuz ATAY - Tutunamayanlar )

17 Mayıs 2012 Perşembe

Yâ İlâhî...


Yâ İlâhî…
Alan da Sen, veren de Sen; 
Her hâleti gören de Sen. 
Yok mu gönül veren desen;

Misk-i amber gibi güller derilmez mi yâ ilâhî, 
Sen gibi güzele gönül verilmez mi yâ ilâhî…


(Tekin Para)


25 Şubat 2012 Cumartesi

Ben, Senim...

"Lâf atsam..." diye düşündü, vazgeçti. "Canı sıkkındır mutlaka, belki de konuşmak bile istemez!" diye geçirdi içinden... Bu sırada, hiç beklemediği bir şekilde, onun kendisiyle konuşmaya başladığını görüp, şaşırdı. Aralarında şöyle bir konuşma başladı:

"- İki söz etsen, diline mi yapışır? Sohbetine de doyum olmuyor yani... Tamam, pek çekici değilim; ama ne yapalım, arada böyle oluyor işte. Eğer selâm vermeyişin bundansa, bil ki, sen de benden daha iyi görünmüyorsun."

"- İyi ki de söyledin..." dedi bizimki. "Sanki ben bilmiyorum ne hâlde olduğumu! Yüzüme vurmasan, karnın mı ağrıyacaktı?!"

"- Yâhu yok, ondan değil, hani, rahat ol, demeye getirdim kendimce... Hani, <Çekinme, konuş işte, şurada yok ki birbirimizden farkımız!> demek istedim."

"- O kadar canım sıkkın ki, iltifat etsen de, küfür sanırım!"

"- Ben de bir arkadaşa o kadar muhtâcım ki, sövsen, selâm verdin sayarım."

"- Kafam bozuk! Sana bakışım Su-i zanladır! Benden arkadaş olmaz!"

"- Benimse gönlüm sana meyyâl. Sana bakışım hüsn-i zanladır. Sensiz olmaz..."

"- Berbat kokuyorum! Pisim! Çirkinim! Yüzüm gözüm pasak içinde!"

"- Ee, «Körler sağırlar, birbirini ağırlar.» demişler. Sen gibi zaten, benim hâlim ve biçimim de..."

(Neslihan Nur Türk / İmâmeyi yaktı ateş)

16 Şubat 2012 Perşembe

Beni öldür!

...
Birden sarıldılar birbirlerine.
Sıkı sıkıya sarıldılar ve ayrılmadılar. Adam bu ânı tam yüzyıllardır bekliyordu. Mistik bir kehâneti bekler gibi bekliyordu. Kadına sıkı sıkı sarıldı. Artık aynı dili konuşmaya başlamışlardı.
Birbirlerini onca yıl tanımalarına rağmen dillerini ilk defa anlıyorlardı.
Birbirlerinden ayrılmamacasına sarıldılar.
"Beni öldür!" diye fısıldadı kadın. Adamın kulağına yine kısık bir sesle "Beni öldür!" diye tekrarladı.
Şaşırdı adam.
"Beni şimdi öldürürsen bir daha hiç ayrılmayız" dedi kadın.
"Bedenlerimiz bir olur. Ben senin içine akarım. Sen benim içime akarsın usul usul. Beni şimdi öldür."
Adam telaşlandı bu sözler üzerine.
İkisi de sarılmaya devam edip sustular.
...
(Tarık Tufan)



Veda etmek için önce bir araya gelmek gerekir.

"Bana veda eder gibi konuşuyorsun" dedi kadın.
Bunu telefonda söyledi adama. Yüzünü görebilseydi bu söylenenlerin veda sözleri olup olmadığını kolaylıkla anlayabilirdi ve fakat yüzünü görmüyordu işte.
Kadın yüzünü görseydi adamın hiçbir şey söylemesine gerek kalmadan ne düşündüğünü anlayabilirdi. Hep böyle oldu çünkü. Kafka öykülerinden kalma karmaşık sokaklardan birinde sürekli oturdukları o masada genelde susuyorlardı.
Uzun süre birbirlerinin yüzüne bakıp, birbirlerinin ellerine bakıp -o elleri tutmak neden bu kadar zor- birbirlerinin ellerine bakıp, susuyorlardı.
"Bana veda eder gibi konuşuyorsun" dedi kadın.
"Hayır" diye cevap verdi telefonun diğer ucundaki adam.
"Veda etmek için önce bir araya gelmek gerekir. Bu acımasız hayat sana veda edebilme şansını bile çok gördü bana."
Ağlamaya başladı kadın.
Çabuk ağlayan kadınları seviyor adam. Çabuk hüzünlenen kadınları, çabuk telaşa kapılan kadınları seviyor. Daha cümle bitmeden, son harf dudakların ucundan kopmadan gözleri yaşla dolan kadınları seviyor.
İkisi de kapattı telefonu.
Kadının epeyce gözyaşı dökeceğinden emin oldu adam.
...

(Tarık Tufan)



13 Şubat 2012 Pazartesi

Cansız harfler...

Harfler amaçsızca kafamın içinde dönüyordu ve bir süre sonra anlamlı bir kelimeye, sese dönüşemeden can verip yığılıyorlardı. Cansız harflerin üst üste yığıldığı bir toplu mezar olmuştu zihnim.

İnsanın söylemek istediklerini söyleyebilmesi nasıl da büyük bir nimetmiş meğer o zaman anladım...


(Tarık Tufan)


12 Şubat 2012 Pazar

...


Benim en kötü hikâyemi, en güvendiğim insanlar yazdı...

(Cemal Safi)




Dünya mı sarsılıyor, yoksa titriyor musun?
Ben sana tiryakiyim hâlâ, biliyor musun?
Toprağımda tütüyor hayâlin, buhur gibi;
Her gece bekliyorum gelmeni, sahur gibi...

(Nurullah Genç)

7 Şubat 2012 Salı

Mırıldanmalar (İçimden dedim...)

I
içimden dedim beraber yürüyelim olur mu 
varsın gemilerimizi taşıyamasın sular 
varsın yarı yolda uyuya kalsın 
bize gönderilen bahar 

içimden dedim beraber yürüyelim olur mu 
varsın gölgemiz olsun hüzün 
dilediği gibi uzatsın canevimize ayaklarını 
varsın annemiz olsun tütün 
hayat daha sert vursun yumruklarını 

II 

içimden dedim ilmeği kaçmış bir hayat bizimkisi 
nedir alnımızdan öpmek için izimizi süren 
kalmış mıdır kalesi düşmüş bir şehrin cazibesi 
nedir yalnız bize yakışan bu serüven 

bu serüven ki 
bizden biri yaptı sırtımızdaki hançeri 
ve terketti bizi huzur denen sevgili 
kalakaldık, şaşkınlığın avuçlarında 
billur bir kuş gibi 

III 

içimden dedim gömülü bir ırmağın yalnızlığıdır bu 
beraber yürüyelim olur mu...

(İbrahim Tenekeci)

Yüreğim sızlıyor, bu roman iyi bitmeyecek.


Yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek 
Beterin beteri var diyenlere inanmıyorum 
Hep böyle havalar besler fırtınaları 
Korkarım bu mavi ışık çabuk sönecek 
Duymazdım durgun suların bezgin türkülerini 
Alışmak ölümün bir başka adıymış bilmezdim 

Bir yangın sonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı 
Bir rüzgar kulaklarımdan hiç eksilmiyor 
Esirgenmiş bir dünyada müthiş yalnızım 
Geri dönsen bile ben artık o ben olmayacağım 
Yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek... 

Ben mısralarımı kerpiç gecelerinden çekmişim 
Beş numara lamba kaderi var mısralarımda benim 
Deli çizgi gözlerimi kör etmiş, kör etmiş, kör etmiş 
Göçmüş kıtalar üstünde kuşlar dönüyor garipsi 
Çığlık çığlığa kuşlar dönüyor evcil ve tedirgin 
Gök mavisi bir türkü dolanmış yüreciğime 
Selsele yolculuklar tütüyor gözlerimde, neyleyim 
İnsan demişim, kitap yüzlü insanlar demişim gidemiyorum... 

Kaderim kaderleri demişim güzelim 
Sen olmasan ben böyle değildim 
Böyle uysal ve kırılmış değildi şiirlerim 
Bir yangın sonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı 
Yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek... 

Rüzgâr gibi ağustos geçti ellerimizden 
Meyvalar bizi bal renkli günahlara çağırıyorlar 
Bir yanda yaşanmamış günlerin hırsı 
Bir yanda boşa geçen gecelerin acısı 
Malum o dramın en güzel perdesindeydik 
Ağustos şarap olmuş, kanımıza akmıştı 
Göçmüş kıtalar üstünde kuşlar gibiydik 
Her gören didik didik bizi denetliyordu 
Biz kendi derdimize düşmüştük... 

Orda da akşamlar olacak güzelim 
Kanlı mendil gibi ağustos akşamları 
Şu benim çektiklerimi görmeyeceksin 
Belki yanında başkaları olacak 
Belki düşlerine bile girmeyeceğim 
Gün oldu acıların şiirini yaşadım 
Gün oldu zehir gibi yokluğunu yaşadım 
Bana sen ne diye duyurdun yalnızlığımı 
Ne diye gurbet gibi mısralarıma sindin 
Dokunsan parmaklarıma tutuşacağım... 

Yere batan şehrin tek yalnızıyım 
Yüzyılın ağrısını anlayarak çekiyorum 
Ekmeğime barut sinmiş bulanık özgürlükler 
Tepmişim rahatımı, boynu bükük mutluluğumu 
Yaşıyorsam erkekçe yaşıyorum... 

Düşün ki coğrafyanın en güzel yerindeyiz 
En güzel günlerinde gençliğimizin 
Ölümden ötesini aklım almıyor 
Beterin beteri var diyenlere inanmıyorum 
İstesek cenneti kurtarabiliriz 
Ben bir ışık için tepmişim rahatımı 
Bu güleç yüzlülerin, bu acı türkülerini 
Bu yoksul yerleri anlayarak seviyorum 
Delicesine anlayarak güzelim 
Yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek

(Hasan Hüseyin Korkmazgil)

6 Şubat 2012 Pazartesi

İnsan, sakladıklarıyla insandır.

Yaşananlara dâir söylenmesi gereken çok şey var aslında.
Bütün bir geceyi uykusuz geçirmene sebep olan şeyleri bir nefeste anlatmak kolay değildir.
O kadar çok şey biriktiriyor ki insan!
Kimsenin karşılığında bir şey söylemesi de gerekmiyor.
Oturup uzun uzun anlatmak, ne varsa söylemek yetiyor çok zaman. Karşındaki bir şey sormasa. Yargılamadan, yüzünü ekşitmeden, saate çaktırmadan bakmaya uğraşmadan, dudak bükmeden dinleyiverse, anlatacak o kadar çok şey var ki...

Şimdi kalkıp da seni seviyorum desem.
Söyleyemem ki...
Bunu kendime bile söylemeye cesaret edemedim ben. Bunu içimde hissettiğim ilk andan itibaren içimde saklıyorum.
Münkesif bir kalbin iç burkan acziyetini kimselere söyleyememek de başka bir acı veriyor insana. Oysa karşıma çıkan her insana ilk olarak ve sadece bundan söz etmek istiyorum.
Tutuyorum kendimi, saklıyorum.
Seni saklıyorum; parmaklarını, ellerini saklıyorum. Gülümserken kıvrılan dudaklarını saklıyorum. Hoşçakallarını saklıyorum. Bembeyaz yüzüne bir anda dolan şaşkınlıklarını saklıyorum. Sırf bu yüzden kalbim bir gün paramparça olacak. Bu yüzden gece yarılarında uyanıp içtiğim tek dal sigara eşliğinde gözlerimden akıyorsun. Sana dâir gizleyemediklerim yanaklarımdan süzülüyor ve önüme düşüveriyor.

Öfkelerimi de saklıyorum.
Kudüs sokaklarından kalma öfkelerim var. Bir kadının tülbentine dizi dizi işleyip de, kimsenin yüzüne söyleyemediği öfkeleri gibi.

Aşkı ve öfkeyi söyleyemediğinde, insanın konuşmaya dâir hevesleri de bir bir yok oluyor.
Susuyorsun.

(Tarık Tufan / Ve sen kuş olup gidersin)




5 Şubat 2012 Pazar

Ayrılığın Tarifi



Tam göğsünüzün ortasında bir yeriniz acıyacak..
Evinizin sizi içine sığdıramayacak kadar dar olduğunu fark edeceksiniz..
Sokağa fırlayacaksınız, sokaklarda dar gelecek..
Tıpkı vücudunuzun yüreğinize dar geldiği gibi..
Ne denizin mavisi açacak içinizi, ne pırıl pırıl gök yüzü..
Kendinizi taşıyamayacak kadar çok büyüyecek, bir yandan da kaybolacak kadar küçüleceksiniz..
Birileri size bir şeyler anlatacak durmadan..
“Önemli olan sağlık.”
”Yaşamak güzel.”
”Boş ver her şey unutulur.”
Siz hiçbirini duymayacaksınız..
Göz yaşlarınızdan etrafı göremez hale geleceksiniz..
O’ndan ölmesini isteyecek kadar çok nefret edecek, az sonra kollarında ölmek isteyecek kadar çok seveceksiniz..
Hep ondan bahsetmek isteyeceksiniz..
”Ölüme çare bulundu” ya da ”Yarın kıyamet kopacakmış” deseler başınızı kaldırıp ”Ne dedin?” diye sormayacaksınız..
Yalnız kalmak isteyeceksiniz..
Hem de kalabalıkların arasında kaybolmak..
İkisi de yetmeyecek. Geçmişi düşüneceksiniz..
Neredeyse dakika dakika, ama kötüleri atlayarak!
Onunla geçtiğiniz yerlerden geçmek isteyeceksiniz, gittiğiniz yerlere gitmek..
Bu size hiç iyi gelmeyecek ama bile bile yapacaksınız..
Biri size içinizdeki acıyı söküp atabileceğini söylese, kaçacaksınız..
Aslında kurtulmak istediğiniz halde, o acıyı yaşamak için direneceksiniz..
Hayatınızın geri kalanını onu düşünerek geçirmek isteyeceksiniz…
Aksini iddia edenlerden nefret edeceksiniz..
Herkesi ona benzetip kimseyi onun yerine koyamayacaksınız..
Hiçbir şey oyalayamayacak sizi, ilaçlara sığınacaksınız..
Bir kaç saat kafanızı bulandıran ama asla onu unutturmayan..
Sadece bir müddet buzlu camın arkasından seyrettiren..
Bütün şarkılar sizin için yazılmış gibi gelecek..
Boğazınız düğümlenecek, dinleyemeyeceksiniz..
Uyumak zor, uyanmak kolay olacak, sabahı iple çekeceksiniz..
Bazen de ” Hiç güneş doğmasa” diyeceksiniz..
Ne geceler rahatlatacak sizi, ne gündüzler..
Ölmeyi isteyip , ölemeyeceksiniz..
Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önünüze çıkana sarılmak isteyeceksiniz, nafile..
Düşüncesi bile tahammül edilmez gelecek..
Rüyalar göreceksiniz, gerçek olmasını istediğiniz..
Her sıçrayarak uyandığınızda onun adını söylediğinizi fark edeceksiniz..
Telefonun çalmasını bekleyeceksiniz..
Aramayacağını bile bile..
Her çaldığında yüreğiniz ağzınıza gelecek..
Ağlamaklı konuşacaksınız arayanlarla..
Yüreğiniz burkulacak..
Canınız yanacak..
Bir daha sevmemeye yemin edeceksiniz..
Hayata dair hiçbir şey yapmak gelmeyecek içinizden..
Onun sesini bir kez daha duymak için yanıp tutuşacaksınız..
Defalarca aradığı günlerin kıymetini bilmediğiniz için kendinizden nefret edeceksiniz..
Yaşadığınız şehri terk etmek isteyeceksiniz..
Onunla hiç bir anınızın olmadığı bir yerlere yerleşmek..
Ama bir umut..Onunla bir gün bir yerde karşılaşma umudu..
Bu umut sizi gitmekten alıkoyacak..
Gel gitler içinde yaşayacaksınız..
Buna yaşamak denirse…

(Pakize Suda) 

4 Şubat 2012 Cumartesi

İnsan canhıraş bir suskunluktur...

"19. yüzyıl boyunca birçok cerrah, bir hayvan üzerinde operasyon yapmadan önce alışılmış bir biçimde ses tellerini kestiler. Bunu, deney sırasında hayvanlar ses çıkarmasın diye yaptılar.
Deneyi yapanlar ses tellerini keserek aynı zamanda gerçeği yadsıdılar -sessiz bir hayvanın acı çekmediğini varsaydılar- ve bunu kendileri, doğruluğunu kabul ettikleri bilgileriyle doğruladılar. Hayvanın çığlıkları onlara zaten bildikleri bir şeyi, karşılarındaki yaratığın bilinçli, hisseden ve operasyon sırasında eziyet edilmiş bir varlık olduğunu anlatacaktı."
(Kelimelerden eski dil)

Susuyor olmam, acı çekmediğim anlamına gelmez...

(Tarık Tufan / Ve sen kuş olur gidersin)

3 Şubat 2012 Cuma

Bak biz de ölüyoruz...

...
Yaprakları döken, dalları kıran bir sonbahar rüzgarı yüzümüze geçiriyor tırnaklarını. Bu telaş, bu göçebelik hâli, bu hastane önü koşuşturmaları hiç bitmeyecek gibi.
Bak biz de ölüyoruz yavaş yavaş.
Kimselere sezdirmeden, bağırıp çağırmadan, bir köşeye çekilmiş ölüyoruz.
...
...
Bak biz yavaş yavaş ölüyoruz.
Sen bir köşede, ben bir köşede, uzakta ve habersiz ölüyoruz.
Borsalar umursamıyor ölümümüzü. Piyasalarda tedirginlik yok. Bu durumda her şey olduğu gibi devam edecek. Hiç olmazsa bizim kapımızda bekleyen şu baharı birileri içeriye buyur etsin. Serin bir ayran koysun önüne, biraz yiyecek.
Bu bahar bizi beklemekten ölüp gidecek korkuyorum. Hayal kırıklığına uğramış bir doğum günü çocuğu gibi, bütün nefesini içine çekip, sonra da kalakalacak.
...
...
Gözlerim, dediklerimin hiçbirine aldırmadan içinde ne kadar yaş varsa döküyor. Ben yolda ağlamaktan utanırım biliyor musun?
...
...
Boşver. Bak biz de ölüyoruz. Oysa insan ölürken sevgilisinin başında durmasını ne çok arzular...

(Tarık Tufan / Bir adam girdi şehre koşarak)

28 Ocak 2012 Cumartesi

..hiç düşmem ben...

Sen beni tutarsan hiç düşmem biliyor musun? Sıkı sıkıya sarsan ellerini göğsüme dolayıp, hiç düşmem ben.
...

...
Biliyorum epeydir gelmediğimden şikayet ediyorsun. Sıradaki şarkıyı seç ödeşelim. Sıradakini ve sonrakini ve daha sonrakini. Söylediğim ve dinlediğim tüm şarkıları sana vereyim ödeşelim olmaz mı?
...

...
Bak sıradaki şarkı çalıyor.

Sokaktaki sesler değil, radyodaki şarkı. Senin kısmetine hep ağır söylenen şarkılar. Senin yüzün, hüznün yüzü. Senin ellerin, hüznün elleri. Senin oynaman ağır...

Ben de kendime umut sakladım afişlerden.

Kesip cebime attım kimseye farkettirmeden.

Sıkı sıkıya sarsan ellerini göğsüme dolayıp, hiç düşmem ben biliyor musun?

Ölmem.
...

(Tarık Tufan / Bir adam girdi şehre koşarak)


24 Ocak 2012 Salı

Bana katlan. Bana tahammül et...

...
Dur hemen gitme! Konuşalım. Bana tahammül göster bir parça daha. Bana, yani senin için gecelerden cümleler toplayıp, buket buket aşk saran adama. Bana katlan.
...

...
Dur daha gitme! Bana biraz daha katlan. Bana, yani senin için vedalar biriktirip sonra odasının duvarına asan adama. Bana tahammül et.
...

...
Gitmesen! Bana katlansan. Bana, yani izlediği her filmden bir kaçış sahnesi apartıp, bir türlü kaçamayan, yakanda hareketsiz kalan adama.
...

(Tarık Tufan / Bir adam girdi şehre koşarak)

22 Ocak 2012 Pazar

Kalk Kudüs' gidelim sevgilim.

Bazı şehirleri özlemek, tek gözlü bir odaya toplaşıp, annenin yaptığı sıcak tarhana çorbasıyla ısınmayı özlemek gibidir.

O şehirlerin sokakları, annenin ellerine benzer. Ağrıdan çatlayacak gibi duran alnını okşar durur gecenin bir yarısında. Annelerin duâsı varsa, şehirlerin de duâsı vardır mırıldanıp durduğu.

Bu başağrılarım beni öldürecek biliyor musun?

Kalk Kudüs'e gidelim sevgilim. Tanrı şehrine gidelim.

Tanrı bizi gözetsin, korusun, kolasın Kudüs hatrına. Kalbimizin ağrısı, başımızın ağrısı, ruhumuzun ağrısı hafiflesin şehre yaklaştıkça.

Tarhana çorbası içer gibi içimize çekelim, gökyüzünde yaratılıp yeryzüne indirlen bu şehrin sokaklarını. Kudüs'ün bulutlarından tespih yapıp "subhanallah" çekelim.

Peygamber sükunetine erelim şehrin sokaklarında. Tur'a çıkalım. Bağıralm boğazımızı yırtarcasına; "Rabbimiz biz de aşk ehliyiz bize de yüzünü göster!"

Tur Dağı paramparça olsun, kalbimiz paramparça olsun aşktan.

Kalk Kudüs' gidelim sevgilim.

Meryem sırtını o ağacın gövdesine yaslayıp, bir intifada doğursun. Alnında biriken terleri silelim. Ellerinden sıkıca tutalım. Rabbimiz kuruyan ağacın dallarına meyveler versin.

Yahya peygamberin yanında büyüsün çocuklar. Elleri taş tutacak yaşa gelsin. Kalpleri aşk tutacak yaşa.

Sokaklarına atalım kendimizi. Adımızı söyleyelim kontrol noktalarında. Horlanalım, ezilelim, bekleyelim saatlerce. Vazgeçmeyelim inatla.

Kalk Kudüs' gidelim sevgilim.

Çöp bidonlarının arasında dolaşalım. Bak şu küçük çocuk var ya vuracaklar onu! Hani babasının arkasında duran. Başını babasının sırtına dayayan çocuk. İşte o! Vuracaklar birazdan onu. Çöp bidonlarının arasında dolaşalım. Endişe etme çocukların kalbine değen kurşunlar sekmezler hiçbir yere.

Mescide gidelim. Yıkılacaksa üzerimize yıkılsın boşver. Sen elimi sıkı tut korkma.

Mescide gidelim. Bir bayram namazı kılalım şehirle birlikte. Zekeriya'nın yanında saf tutalım. Ve Musa'nın ve İsa'nın ve Yakup'un. Bekle birazdan Ömer de gelir buralara.

Şu beyaz sakallı adamı görüyor musun? İşte onun tekerlekli sandalyesini itelim birlikte. Bereye gitmek isterse oraya. Hayfa'dan aldığımız portakalları ikram edelim, o çok sever.

Birlikte Zeytindağı'na çıkalım şehre bakalım doya doya.

Kalk Kudüs' gidelim sevgilim.

Tanrı bizi gözetsin, korusun, kollasın Kudüs hatrına. Kalbimizin ağrısı, başımızın ağrısı, ruhumuzun ağrısı hafiflesin şehre yaklaştıkça...

(Tarık Tufan / Bir adam girdi şehre koşarak)


16 Ocak 2012 Pazartesi

Gidelim başka bir gökyüzü bulalım...

Bazıları gökyüzünden yıldız satın alıyormuş.

Bir internet sitesi aracılığıyla gökyüzünden diledikleri yıldızı alıp, diledikleri isimleri veriyorlarmış. Milyonlarcasını böyle satmışlar.

Zenginlerin, şarkıcıların, mankenlerin gökyüzünde yıldızları var.

Şimdi göğe bakma durağına gittiğimizde ne yapabileceğimizi bilmiyorum.

Ah sevgilim!
Şimdi gökyüzüne bakmak, başkalarının evini gözetlemek kadar tedirgin edici.
Gidelim başka bir gökyüzü bulalım, başka bir ay bulalım kendimize.
Bu doymazlar, bu arsızlar gökyüzümüzü çalmışlar!

(Tarık Tufan / Bir adam girdi şehre koşarak)



14 Ocak 2012 Cumartesi

Koldan kola sarılmışı n'eyleyim?

...
Kadir Mevlâm, Senden bir yâr isterim.
Minnet ile gelen yâri n`eyleyim? 
Bır sofra isterim, eller değmedik;
Eller yemiş, doyulmuşu n`eyleyim? 

Bir yayla isterim, eli göçmedik; 
Lâlesi, sümbülü, gülü geçmedik.
Bir güzel isterim, eller değmedık; 
Koldan kola sarılmışı n`eyleyim?

(Karacaoğlan)




8 Ocak 2012 Pazar

Şimdi sana dönmek var sevgili...

Şimdi sana dönmek var sevgili.
Ama artık gücüm yok;
Yalanları arkama alıp yola çıkmaya,
Yalandan kurduğum mutluluklara ,
Gerçeklerin esip savurmasına,
En sağır hâlinde bağırmaya,
Sana laf anlatmaya gücüm yok...

Mavallarla yıkıp giderken,
Kalbimdeki bu cumhuriyeti;
Issız bırakırken bu şehri
Ve ben,
Tek başıma ağlarken bunca zaman sonra,
Bana söyleyebilecek en ufak bir özrün yok.

Asılı bıraktığın,
Soru işaretlerinin ardında bırakırken izini,
Ben bitirmeye çalışırken bendeki seni,
Dudaklarına vurduğum kilitleri,
Şimdi açmaya niyetim yok...

Şimdi sana dönmek var sevgili.
Kalbimin en derin yerinde, neşter gibisin;
Adın geçtikçe hareket ediyor,
Yaralıyorsun en sağlam yerlerimi...


Nasıl da kanatıyorsun bilmeden.
İzin kalıyor geçtiğin her hücremde.
Gidişinle açtığın yaraları,
Dönüşün kapatmaya yetmiyor...
Anladım artık, sen bile merhem olamıyorsun,
Kanattığın yerlerime...

Şimdi sana dönmek var sevgili.
Aklımın en hatırlanası yerindesin aslında.
Her şey seni hatırlatıyor istemeden.
Her şeyin adı sen sanki...

Ben,
Gözbebeklerinde kendimi görmeyi özledim sevgilim
Merak ettiğim sadece şu ki;
Aklına geldiğim oldu mu hiç geceleri?
Göz kapaklarının ardında saklı mıydı sûretim?

İçin rahat uyudun mu benim yastığım ıslakken?
Sen hiç kendini, bir hiç olarak gördün mü bensizken?
Çâresiz kaldın mı benim kadar?
Sevmeden sevildin mi?

Sığındın mı bir insana; tereddütsüz inandın mı?
Sen hiç tanımadığın bir yolda,
En ıssız sokağında tek bırakıldın mı?
Bulanık sularda duru bir yüz aradın mı?

Şimdi sana dönmek var sevgili.
Ama benden geriye sana harcayacak
Ben kalmadı ki.
Onca yitirilenlerin ardından,
Parçaları kaybolmuş bir puzzle'ı
Tamamlamak kadar zor artık, bir araya gelmemiz...

Gidişinin ardından
Öyle bir yorgunluk bıraktın ki
Yıllarca uyusam geçmeyecek
Bilirim...

Bilirim sensiz doğacak güneşler,
Sensiz batacak...
Sensiz bitecek günler ve ben
Yokluğuna sığınacağım bu kez.
O bırakmayacak beni;
Senin gibi...

Şimdi sana dönmek var sevgili;
Ama siyahlığına alışmışken karanlık gecelerimin,
Tekrar güneşim olmana hazır değilim...
Kırıklarla yaşamaya alışmışken,
Tekrar tuzla buz olmaya tâkâtli değilim...


Şimdi sana dönmek var sevgili.
Ama üzgünüm;
Çünkü sana dönmek demek,
Kendime ihânet etmek demek;
Bilirim...


Ey CÂN!

Ruhumu sahte dehlizlere salan güzel / Düşündün mü ?

Sen vicdânımın feryâdı iken, sevginle yeşerdin / Bildin mi ?

Ya kıvrak, dingili kopmuş hayatın nâdîde gülüysen / Aşkı içtin mi ?

Ey CÂN!

Güneşi versem mi göğsüne; parlar mı sevdâmın akisleri / Aksettin mi?

Ey CÂN!

Sîmân yıldızlar kadar parlak benim ruhumda / Gördün mü ?

Ey CÂN!

Şimdi uzaklardasın; bitmez dediğin sevdânın ateşi söndü mü ?

Ey CÂN!

Can demişiz bir kere, yüreğinden ne kadar uzak olabilirsin ki / Duydun mu ?

Muhabbetim ruhunun tılsımlarında saklıdır / Ruhunda akladın mı ?

Ey CÂN!

Canıma yoldaştın, ruhuma adaş yüreğinde, titreyen bir serçeydin / Uçtun mu ?

İkrânın sırrında saklıyordum seni, nâzenin bir çiçek gibi / Okudun mu ?

Ey CÂN!

Canımla duyduğum, yüreğimle hissettiğim gerçekliğin gizemi / Gizlendin mi ?

Âlem-i Ervâhtan mı tutmuştu canın, canımı; ruhun, ruhumu ?

Biz bütün imânımızla Bezm-i Elest'te "Gâlu belâ" demiştik / Unuttun mu ?

Ey CÂN! Canıma Can!

Mısrâlara damlayan her gözyaşımı sevginle, inancınla, derûni bir sevdâyla / Tuttun mu?

Söyle CÂN! Tuttun mu ? ...




6 Ocak 2012 Cuma

Karanlık bir sokak arıyoruz.

Karanlık bir sokak arıyoruz kendimize. Vakit bir telaşla geçiyor. Vakit senin ellerinde geçiyor.

Karanlık, kapkaranlık bir sokak arıyoruz. Gidemeyenlerin sığınabileceği türden bir sokak. Oysa biz gitmeyi denemedik bile. Biz gitmeyi denemedik.

Kimseler görmesin diye, kimseler farkında olmasın diye, kendi karanlığımızı bile örtelim diye, başka gidecek hiçbir yerimiz yok diye bu dünyada, vakit yok diye, vicdanımız aydınlıkta körelmesin diye karanlık bir sokak arıyoruz.

Aşk dolu gözlerimiz birbirine değerse kör olur diye karanlık bir sokak arıyoruz.

Şehvetimiz ortalığı yakar diye.
Karanlık bir sokak arıyoruz şehrin en işlek yerlerinde farkında mısın?

Nasıl da çaresiz, nasıl da acıklı, nasıl da huzursuz. Diken üstünde ve suçlu.
Karanlık bir sokak arıyoruz ömrümüzce.

(BİR ADAM GİRDİ ŞEHRE KOŞARAK - Tarık Tufan)


4 Ocak 2012 Çarşamba

Güven...

...
Ve zaman gösterdi ki, 
Her şeyiyle güvenebileceğimiz sadece ALLAHÜ TEÂLÂ!
...



"Onu hiç tanımadık!"

Yârin hayâl dediklerini, biz hayâl sanmadık.

Yâr yolunda yorgunluğu, cân'a zarar saymadık.

Haber salmış o Sevgili: "Vuslât bize ar!", diye.

"Emri olur", rahat olsun; onu hiç tanımadık!

(Fatma Aygün)


Bu nasıl kulluk böyle?

Mâlik bin Dinar, o eşi bulunmaz inci, bir gün Fatihâ Sûresini okuyordu.
Sıra; İyyâke na’budu ve iyyâke nestein / Yalnız sana ibadet (kulluk) ederiz, yalnız Sen’den yardım isteriz. âyetine gelmişti.

Kalbine diken batmış gibi titredi ve hıçkıra hıçkıra ağladı.
Gözünün yaşları şebnem damlaları gibi eteklerine dökülürken dedi ki:

“Eğer bu âyet Allah’ın Kitabında bulunmasa ve okunması emrolunmamış olsa, asla onu okumazdım!”

Ondan sordular: ”Ey Hak dostlarının efendisi , neden öyle yapardınız?”
Buyurdular ki: 

"Sadece Sana kulluk ederim, dediğim hâlde yakinen biliyorum ki, hâlâ nefsimin kuluyum. 
Ancak Sen’den yardım dilerim dediğim halde hâlâ onun bunun kapısına koşuyor, teşekkür ve şikâyetlerimi herkese arz ediyorum. Bu nasıl kulluk böyle?


1 Ocak 2012 Pazar

Farkında mısın?

Farkında mısın, vakit geldi artık?

Ardı sıra giden bu yolculukta, ne sen kimseyi beklersin, ne de seni kimse bekler… Ne zamana kadar sürer bu yalnızlık bilmem ki? Sana gelecek bütün yolları kapatmışsın, kendine bile duyarsız olmuşsun, bu böyle, ne zamana kadar?
...
Ne zamana kadar âlemin hâl ve kal diliyle haykırışını duymayacaksın? Ne zamana kadar yaradılışının gayesini fark etmeden yaşayabileceksin?

Nefesindeki titreklik taa uzaklardan fark ediliyor. İçindeki ürkekliği saklasan da, bilirsin ki gözler yalan söylemez, gözlerin ele veriyor seni…

Sen kendini aldatıyorsun ama, “âlemi de aldatıyorum “ zannediyorsun. Kemâl yaşına erdiğin hâlde, bütün bunları hâlâ anlayamamışsın. Ama bak, nasıl yaşarsan öyle görürsün, haberin olsun.

Hayatın gayesini, hayatın bahşedilmesini daha doğrusu; “Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Neciyim?” diye; kendi kendine hiç sordun mu?

Rabbinin seni âleme bir halife hükmünde gönderip, ahsen-i takvimde yaratıp, âlemlerin efendisine ümmet olma şerefine nail etmişken, niye daha başka makamlarda gözün var?

Başkalarına bu kadar el açıp, boyun eğişin, zilletin ta kendisi olduğu halde vicdanın ne kadar sükût etti ki Rabbine dönüp el açıp boyun bükmüyorsun?

Gücün, kuvvetin, kudretin ne kadar? Belki, değersiz bir kıl kadar. Buna rağmen, “âlem benimdir” deyip, âdeta küçük dağları yaratmış (hâşa) edâsıyla geziyorsun. Sen kendine mâlik bile değilken, nasıl olur da, ” âlem benimdir “ diyorsun. Aklını başına al ''her nefis ölümü tadacaktır.'' hakikati başına gelmeden önce uyan! Ve Rabbine dön.

Âlemin yaradılışına bir baksan, hata ve kusurların senden, iyiliklerin, mükemmelliklerin ondan olduğunu fark edeceksin. Bu kadar hatalarına, kusurlarına rağmen, hâlâ içinden geçen veya lisânen istediğin her şeye cevap verdiğini göreceksin. Neden gereksiz bir inat içine giriyorsun? “Ben yaparım, ben ederim” deyip kendini kandırıyorsun. Âgâh ol ve sendeki acizliği ve fakirliği fark et. Onları kendine bir kanat yap ve ubûdiyetin ne kadar güzel bir makam olduğunu, namazın hâl ve hareketindeki o âhenk içerisinde seyret.. Belki seyrederken, O Rahmanürrahim olan Allah'ın inayet ve keremiyle, ruhunun cennet bahçelerinde teneffüsünü hisseder; huzurun Hak Teâlâya boyun büküp, kemer besteyi ubûdiyet halinde olduğunu anlarsın Daha ne duruyorsun? Huzur O'nda, sevgi O'nda, merhamet O'nda, ne arzu ediyorsan, her şey onun dergâhındadır. Haydi, ezanın sesine bir kulak ver, “salâh” diyor, “felâh” diyor. “GEL” diyor, “ iste” diyor, “vereyim” diyor. Farkında mısın? Göz yaşların bedeninin can çekiştiğini haber veriyor? Ruhun, hakiki menziline doğru yol almak üzere…Canını istiyor, canı veren… Daha ne nazlanıyorsun? Vakit geldi artık…

Aklını başına al da, kendi varlığından kurtul. Hz. Mevlana’nın dediği gibi,
“varlıktan, benlikten beter bir suç yoktur.” bunu da bil.


(ASLI EŞKİ)