"Lâf atsam..." diye düşündü, vazgeçti. "Canı sıkkındır mutlaka, belki de konuşmak bile istemez!" diye geçirdi içinden... Bu sırada, hiç beklemediği bir şekilde, onun kendisiyle konuşmaya başladığını görüp, şaşırdı. Aralarında şöyle bir konuşma başladı:
"- İki söz etsen, diline mi yapışır? Sohbetine de doyum olmuyor yani... Tamam, pek çekici değilim; ama ne yapalım, arada böyle oluyor işte. Eğer selâm vermeyişin bundansa, bil ki, sen de benden daha iyi görünmüyorsun."
"- İyi ki de söyledin..." dedi bizimki. "Sanki ben bilmiyorum ne hâlde olduğumu! Yüzüme vurmasan, karnın mı ağrıyacaktı?!"
"- Yâhu yok, ondan değil, hani, rahat ol, demeye getirdim kendimce... Hani, <Çekinme, konuş işte, şurada yok ki birbirimizden farkımız!> demek istedim."
"- O kadar canım sıkkın ki, iltifat etsen de, küfür sanırım!"
"- Ben de bir arkadaşa o kadar muhtâcım ki, sövsen, selâm verdin sayarım."
"- Kafam bozuk! Sana bakışım Su-i zanladır! Benden arkadaş olmaz!"
"- Benimse gönlüm sana meyyâl. Sana bakışım hüsn-i zanladır. Sensiz olmaz..."
"- Berbat kokuyorum! Pisim! Çirkinim! Yüzüm gözüm pasak içinde!"
"- Ee, «Körler sağırlar, birbirini ağırlar.» demişler. Sen gibi zaten, benim hâlim ve biçimim de..."
...
Birden sarıldılar birbirlerine.
Sıkı sıkıya sarıldılar ve ayrılmadılar. Adam bu ânı tam yüzyıllardır bekliyordu. Mistik bir kehâneti bekler gibi bekliyordu. Kadına sıkı sıkı sarıldı. Artık aynı dili konuşmaya başlamışlardı. Birbirlerini onca yıl tanımalarına rağmen dillerini ilk defa anlıyorlardı.
Birbirlerinden ayrılmamacasına sarıldılar.
"Beni öldür!" diye fısıldadı kadın. Adamın kulağına yine kısık bir sesle "Beni öldür!" diye tekrarladı.
Şaşırdı adam.
"Beni şimdi öldürürsen bir daha hiç ayrılmayız" dedi kadın.
"Bedenlerimiz bir olur. Ben senin içine akarım. Sen benim içime akarsın usul usul. Beni şimdi öldür."
Adam telaşlandı bu sözler üzerine.
İkisi de sarılmaya devam edip sustular.
... (Tarık Tufan)
"Bana veda eder gibi konuşuyorsun" dedi kadın.
Bunu telefonda söyledi adama. Yüzünü görebilseydi bu söylenenlerin veda sözleri olup olmadığını kolaylıkla anlayabilirdi ve fakat yüzünü görmüyordu işte.
Kadın yüzünü görseydi adamın hiçbir şey söylemesine gerek kalmadan ne düşündüğünü anlayabilirdi. Hep böyle oldu çünkü. Kafka öykülerinden kalma karmaşık sokaklardan birinde sürekli oturdukları o masada genelde susuyorlardı. Uzun süre birbirlerinin yüzüne bakıp, birbirlerinin ellerine bakıp -o elleri tutmak neden bu kadar zor- birbirlerinin ellerine bakıp, susuyorlardı.
"Bana veda eder gibi konuşuyorsun" dedi kadın.
"Hayır" diye cevap verdi telefonun diğer ucundaki adam.
"Veda etmek için önce bir araya gelmek gerekir. Bu acımasız hayat sana veda edebilme şansını bile çok gördü bana."
Ağlamaya başladı kadın. Çabuk ağlayan kadınları seviyor adam. Çabuk hüzünlenen kadınları, çabuk telaşa kapılan kadınları seviyor. Daha cümle bitmeden, son harf dudakların ucundan kopmadan gözleri yaşla dolan kadınları seviyor.
İkisi de kapattı telefonu.
Kadının epeyce gözyaşı dökeceğinden emin oldu adam.
...
Harfler amaçsızca kafamın içinde dönüyordu ve bir süre sonra anlamlı bir kelimeye, sese dönüşemeden can verip yığılıyorlardı. Cansız harflerin üst üste yığıldığı bir toplu mezar olmuştu zihnim.
İnsanın söylemek istediklerini söyleyebilmesi nasıl da büyük bir nimetmiş meğer o zaman anladım...
Dünya mı sarsılıyor, yoksa titriyor musun?
Ben sana tiryakiyim hâlâ, biliyor musun?
Toprağımda tütüyor hayâlin, buhur gibi;
Her gece bekliyorum gelmeni, sahur gibi...
Yaşananlara dâir söylenmesi gereken çok şey var aslında.
Bütün bir geceyi uykusuz geçirmene sebep olan şeyleri bir nefeste anlatmak kolay değildir.
O kadar çok şey biriktiriyor ki insan!
Kimsenin karşılığında bir şey söylemesi de gerekmiyor.
Oturup uzun uzun anlatmak, ne varsa söylemek yetiyor çok zaman. Karşındaki bir şey sormasa. Yargılamadan, yüzünü ekşitmeden, saate çaktırmadan bakmaya uğraşmadan, dudak bükmeden dinleyiverse, anlatacak o kadar çok şey var ki...
Şimdi kalkıp da seni seviyorum desem.
Söyleyemem ki...
Bunu kendime bile söylemeye cesaret edemedim ben. Bunu içimde hissettiğim ilk andan itibaren içimde saklıyorum.
Münkesif bir kalbin iç burkan acziyetini kimselere söyleyememek de başka bir acı veriyor insana. Oysa karşıma çıkan her insana ilk olarak ve sadece bundan söz etmek istiyorum.
Tutuyorum kendimi, saklıyorum.
Seni saklıyorum; parmaklarını, ellerini saklıyorum. Gülümserken kıvrılan dudaklarını saklıyorum. Hoşçakallarını saklıyorum. Bembeyaz yüzüne bir anda dolan şaşkınlıklarını saklıyorum. Sırf bu yüzden kalbim bir gün paramparça olacak. Bu yüzden gece yarılarında uyanıp içtiğim tek dal sigara eşliğinde gözlerimden akıyorsun. Sana dâir gizleyemediklerim yanaklarımdan süzülüyor ve önüme düşüveriyor.
Öfkelerimi de saklıyorum.
Kudüs sokaklarından kalma öfkelerim var. Bir kadının tülbentine dizi dizi işleyip de, kimsenin yüzüne söyleyemediği öfkeleri gibi.
Aşkı ve öfkeyi söyleyemediğinde, insanın konuşmaya dâir hevesleri de bir bir yok oluyor. Susuyorsun. (Tarık Tufan / Ve sen kuş olup gidersin)
"19. yüzyıl boyunca birçok cerrah, bir hayvan üzerinde operasyon yapmadan önce alışılmış bir biçimde ses tellerini kestiler. Bunu, deney sırasında hayvanlar ses çıkarmasın diye yaptılar.
Deneyi yapanlar ses tellerini keserek aynı zamanda gerçeği yadsıdılar -sessiz bir hayvanın acı çekmediğini varsaydılar- ve bunu kendileri, doğruluğunu kabul ettikleri bilgileriyle doğruladılar. Hayvanın çığlıkları onlara zaten bildikleri bir şeyi, karşılarındaki yaratığın bilinçli, hisseden ve operasyon sırasında eziyet edilmiş bir varlık olduğunu anlatacaktı."
(Kelimelerden eski dil)
...
Yaprakları döken, dalları kıran bir sonbahar rüzgarı yüzümüze geçiriyor tırnaklarını. Bu telaş, bu göçebelik hâli, bu hastane önü koşuşturmaları hiç bitmeyecek gibi.
Bak biz de ölüyoruz yavaş yavaş.
Kimselere sezdirmeden, bağırıp çağırmadan, bir köşeye çekilmiş ölüyoruz.
...
...
Bak biz yavaş yavaş ölüyoruz.
Sen bir köşede, ben bir köşede, uzakta ve habersiz ölüyoruz.
Borsalar umursamıyor ölümümüzü. Piyasalarda tedirginlik yok. Bu durumda her şey olduğu gibi devam edecek. Hiç olmazsa bizim kapımızda bekleyen şu baharı birileri içeriye buyur etsin. Serin bir ayran koysun önüne, biraz yiyecek.
Bu bahar bizi beklemekten ölüp gidecek korkuyorum. Hayal kırıklığına uğramış bir doğum günü çocuğu gibi, bütün nefesini içine çekip, sonra da kalakalacak.
...
...
Gözlerim, dediklerimin hiçbirine aldırmadan içinde ne kadar yaş varsa döküyor. Ben yolda ağlamaktan utanırım biliyor musun?
...
... Boşver. Bak biz de ölüyoruz. Oysa insan ölürken sevgilisinin başında durmasını ne çok arzular...