«Yabancısı oldum; ama yalancısı olmadım hayatın...»

25 Şubat 2012 Cumartesi

Ben, Senim...

"Lâf atsam..." diye düşündü, vazgeçti. "Canı sıkkındır mutlaka, belki de konuşmak bile istemez!" diye geçirdi içinden... Bu sırada, hiç beklemediği bir şekilde, onun kendisiyle konuşmaya başladığını görüp, şaşırdı. Aralarında şöyle bir konuşma başladı:

"- İki söz etsen, diline mi yapışır? Sohbetine de doyum olmuyor yani... Tamam, pek çekici değilim; ama ne yapalım, arada böyle oluyor işte. Eğer selâm vermeyişin bundansa, bil ki, sen de benden daha iyi görünmüyorsun."

"- İyi ki de söyledin..." dedi bizimki. "Sanki ben bilmiyorum ne hâlde olduğumu! Yüzüme vurmasan, karnın mı ağrıyacaktı?!"

"- Yâhu yok, ondan değil, hani, rahat ol, demeye getirdim kendimce... Hani, <Çekinme, konuş işte, şurada yok ki birbirimizden farkımız!> demek istedim."

"- O kadar canım sıkkın ki, iltifat etsen de, küfür sanırım!"

"- Ben de bir arkadaşa o kadar muhtâcım ki, sövsen, selâm verdin sayarım."

"- Kafam bozuk! Sana bakışım Su-i zanladır! Benden arkadaş olmaz!"

"- Benimse gönlüm sana meyyâl. Sana bakışım hüsn-i zanladır. Sensiz olmaz..."

"- Berbat kokuyorum! Pisim! Çirkinim! Yüzüm gözüm pasak içinde!"

"- Ee, «Körler sağırlar, birbirini ağırlar.» demişler. Sen gibi zaten, benim hâlim ve biçimim de..."

(Neslihan Nur Türk / İmâmeyi yaktı ateş)

16 Şubat 2012 Perşembe

Beni öldür!

...
Birden sarıldılar birbirlerine.
Sıkı sıkıya sarıldılar ve ayrılmadılar. Adam bu ânı tam yüzyıllardır bekliyordu. Mistik bir kehâneti bekler gibi bekliyordu. Kadına sıkı sıkı sarıldı. Artık aynı dili konuşmaya başlamışlardı.
Birbirlerini onca yıl tanımalarına rağmen dillerini ilk defa anlıyorlardı.
Birbirlerinden ayrılmamacasına sarıldılar.
"Beni öldür!" diye fısıldadı kadın. Adamın kulağına yine kısık bir sesle "Beni öldür!" diye tekrarladı.
Şaşırdı adam.
"Beni şimdi öldürürsen bir daha hiç ayrılmayız" dedi kadın.
"Bedenlerimiz bir olur. Ben senin içine akarım. Sen benim içime akarsın usul usul. Beni şimdi öldür."
Adam telaşlandı bu sözler üzerine.
İkisi de sarılmaya devam edip sustular.
...
(Tarık Tufan)



Veda etmek için önce bir araya gelmek gerekir.

"Bana veda eder gibi konuşuyorsun" dedi kadın.
Bunu telefonda söyledi adama. Yüzünü görebilseydi bu söylenenlerin veda sözleri olup olmadığını kolaylıkla anlayabilirdi ve fakat yüzünü görmüyordu işte.
Kadın yüzünü görseydi adamın hiçbir şey söylemesine gerek kalmadan ne düşündüğünü anlayabilirdi. Hep böyle oldu çünkü. Kafka öykülerinden kalma karmaşık sokaklardan birinde sürekli oturdukları o masada genelde susuyorlardı.
Uzun süre birbirlerinin yüzüne bakıp, birbirlerinin ellerine bakıp -o elleri tutmak neden bu kadar zor- birbirlerinin ellerine bakıp, susuyorlardı.
"Bana veda eder gibi konuşuyorsun" dedi kadın.
"Hayır" diye cevap verdi telefonun diğer ucundaki adam.
"Veda etmek için önce bir araya gelmek gerekir. Bu acımasız hayat sana veda edebilme şansını bile çok gördü bana."
Ağlamaya başladı kadın.
Çabuk ağlayan kadınları seviyor adam. Çabuk hüzünlenen kadınları, çabuk telaşa kapılan kadınları seviyor. Daha cümle bitmeden, son harf dudakların ucundan kopmadan gözleri yaşla dolan kadınları seviyor.
İkisi de kapattı telefonu.
Kadının epeyce gözyaşı dökeceğinden emin oldu adam.
...

(Tarık Tufan)



13 Şubat 2012 Pazartesi

Cansız harfler...

Harfler amaçsızca kafamın içinde dönüyordu ve bir süre sonra anlamlı bir kelimeye, sese dönüşemeden can verip yığılıyorlardı. Cansız harflerin üst üste yığıldığı bir toplu mezar olmuştu zihnim.

İnsanın söylemek istediklerini söyleyebilmesi nasıl da büyük bir nimetmiş meğer o zaman anladım...


(Tarık Tufan)


12 Şubat 2012 Pazar

...


Benim en kötü hikâyemi, en güvendiğim insanlar yazdı...

(Cemal Safi)




Dünya mı sarsılıyor, yoksa titriyor musun?
Ben sana tiryakiyim hâlâ, biliyor musun?
Toprağımda tütüyor hayâlin, buhur gibi;
Her gece bekliyorum gelmeni, sahur gibi...

(Nurullah Genç)

7 Şubat 2012 Salı

Mırıldanmalar (İçimden dedim...)

I
içimden dedim beraber yürüyelim olur mu 
varsın gemilerimizi taşıyamasın sular 
varsın yarı yolda uyuya kalsın 
bize gönderilen bahar 

içimden dedim beraber yürüyelim olur mu 
varsın gölgemiz olsun hüzün 
dilediği gibi uzatsın canevimize ayaklarını 
varsın annemiz olsun tütün 
hayat daha sert vursun yumruklarını 

II 

içimden dedim ilmeği kaçmış bir hayat bizimkisi 
nedir alnımızdan öpmek için izimizi süren 
kalmış mıdır kalesi düşmüş bir şehrin cazibesi 
nedir yalnız bize yakışan bu serüven 

bu serüven ki 
bizden biri yaptı sırtımızdaki hançeri 
ve terketti bizi huzur denen sevgili 
kalakaldık, şaşkınlığın avuçlarında 
billur bir kuş gibi 

III 

içimden dedim gömülü bir ırmağın yalnızlığıdır bu 
beraber yürüyelim olur mu...

(İbrahim Tenekeci)

Yüreğim sızlıyor, bu roman iyi bitmeyecek.


Yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek 
Beterin beteri var diyenlere inanmıyorum 
Hep böyle havalar besler fırtınaları 
Korkarım bu mavi ışık çabuk sönecek 
Duymazdım durgun suların bezgin türkülerini 
Alışmak ölümün bir başka adıymış bilmezdim 

Bir yangın sonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı 
Bir rüzgar kulaklarımdan hiç eksilmiyor 
Esirgenmiş bir dünyada müthiş yalnızım 
Geri dönsen bile ben artık o ben olmayacağım 
Yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek... 

Ben mısralarımı kerpiç gecelerinden çekmişim 
Beş numara lamba kaderi var mısralarımda benim 
Deli çizgi gözlerimi kör etmiş, kör etmiş, kör etmiş 
Göçmüş kıtalar üstünde kuşlar dönüyor garipsi 
Çığlık çığlığa kuşlar dönüyor evcil ve tedirgin 
Gök mavisi bir türkü dolanmış yüreciğime 
Selsele yolculuklar tütüyor gözlerimde, neyleyim 
İnsan demişim, kitap yüzlü insanlar demişim gidemiyorum... 

Kaderim kaderleri demişim güzelim 
Sen olmasan ben böyle değildim 
Böyle uysal ve kırılmış değildi şiirlerim 
Bir yangın sonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı 
Yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek... 

Rüzgâr gibi ağustos geçti ellerimizden 
Meyvalar bizi bal renkli günahlara çağırıyorlar 
Bir yanda yaşanmamış günlerin hırsı 
Bir yanda boşa geçen gecelerin acısı 
Malum o dramın en güzel perdesindeydik 
Ağustos şarap olmuş, kanımıza akmıştı 
Göçmüş kıtalar üstünde kuşlar gibiydik 
Her gören didik didik bizi denetliyordu 
Biz kendi derdimize düşmüştük... 

Orda da akşamlar olacak güzelim 
Kanlı mendil gibi ağustos akşamları 
Şu benim çektiklerimi görmeyeceksin 
Belki yanında başkaları olacak 
Belki düşlerine bile girmeyeceğim 
Gün oldu acıların şiirini yaşadım 
Gün oldu zehir gibi yokluğunu yaşadım 
Bana sen ne diye duyurdun yalnızlığımı 
Ne diye gurbet gibi mısralarıma sindin 
Dokunsan parmaklarıma tutuşacağım... 

Yere batan şehrin tek yalnızıyım 
Yüzyılın ağrısını anlayarak çekiyorum 
Ekmeğime barut sinmiş bulanık özgürlükler 
Tepmişim rahatımı, boynu bükük mutluluğumu 
Yaşıyorsam erkekçe yaşıyorum... 

Düşün ki coğrafyanın en güzel yerindeyiz 
En güzel günlerinde gençliğimizin 
Ölümden ötesini aklım almıyor 
Beterin beteri var diyenlere inanmıyorum 
İstesek cenneti kurtarabiliriz 
Ben bir ışık için tepmişim rahatımı 
Bu güleç yüzlülerin, bu acı türkülerini 
Bu yoksul yerleri anlayarak seviyorum 
Delicesine anlayarak güzelim 
Yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek

(Hasan Hüseyin Korkmazgil)

6 Şubat 2012 Pazartesi

İnsan, sakladıklarıyla insandır.

Yaşananlara dâir söylenmesi gereken çok şey var aslında.
Bütün bir geceyi uykusuz geçirmene sebep olan şeyleri bir nefeste anlatmak kolay değildir.
O kadar çok şey biriktiriyor ki insan!
Kimsenin karşılığında bir şey söylemesi de gerekmiyor.
Oturup uzun uzun anlatmak, ne varsa söylemek yetiyor çok zaman. Karşındaki bir şey sormasa. Yargılamadan, yüzünü ekşitmeden, saate çaktırmadan bakmaya uğraşmadan, dudak bükmeden dinleyiverse, anlatacak o kadar çok şey var ki...

Şimdi kalkıp da seni seviyorum desem.
Söyleyemem ki...
Bunu kendime bile söylemeye cesaret edemedim ben. Bunu içimde hissettiğim ilk andan itibaren içimde saklıyorum.
Münkesif bir kalbin iç burkan acziyetini kimselere söyleyememek de başka bir acı veriyor insana. Oysa karşıma çıkan her insana ilk olarak ve sadece bundan söz etmek istiyorum.
Tutuyorum kendimi, saklıyorum.
Seni saklıyorum; parmaklarını, ellerini saklıyorum. Gülümserken kıvrılan dudaklarını saklıyorum. Hoşçakallarını saklıyorum. Bembeyaz yüzüne bir anda dolan şaşkınlıklarını saklıyorum. Sırf bu yüzden kalbim bir gün paramparça olacak. Bu yüzden gece yarılarında uyanıp içtiğim tek dal sigara eşliğinde gözlerimden akıyorsun. Sana dâir gizleyemediklerim yanaklarımdan süzülüyor ve önüme düşüveriyor.

Öfkelerimi de saklıyorum.
Kudüs sokaklarından kalma öfkelerim var. Bir kadının tülbentine dizi dizi işleyip de, kimsenin yüzüne söyleyemediği öfkeleri gibi.

Aşkı ve öfkeyi söyleyemediğinde, insanın konuşmaya dâir hevesleri de bir bir yok oluyor.
Susuyorsun.

(Tarık Tufan / Ve sen kuş olup gidersin)




5 Şubat 2012 Pazar

Ayrılığın Tarifi



Tam göğsünüzün ortasında bir yeriniz acıyacak..
Evinizin sizi içine sığdıramayacak kadar dar olduğunu fark edeceksiniz..
Sokağa fırlayacaksınız, sokaklarda dar gelecek..
Tıpkı vücudunuzun yüreğinize dar geldiği gibi..
Ne denizin mavisi açacak içinizi, ne pırıl pırıl gök yüzü..
Kendinizi taşıyamayacak kadar çok büyüyecek, bir yandan da kaybolacak kadar küçüleceksiniz..
Birileri size bir şeyler anlatacak durmadan..
“Önemli olan sağlık.”
”Yaşamak güzel.”
”Boş ver her şey unutulur.”
Siz hiçbirini duymayacaksınız..
Göz yaşlarınızdan etrafı göremez hale geleceksiniz..
O’ndan ölmesini isteyecek kadar çok nefret edecek, az sonra kollarında ölmek isteyecek kadar çok seveceksiniz..
Hep ondan bahsetmek isteyeceksiniz..
”Ölüme çare bulundu” ya da ”Yarın kıyamet kopacakmış” deseler başınızı kaldırıp ”Ne dedin?” diye sormayacaksınız..
Yalnız kalmak isteyeceksiniz..
Hem de kalabalıkların arasında kaybolmak..
İkisi de yetmeyecek. Geçmişi düşüneceksiniz..
Neredeyse dakika dakika, ama kötüleri atlayarak!
Onunla geçtiğiniz yerlerden geçmek isteyeceksiniz, gittiğiniz yerlere gitmek..
Bu size hiç iyi gelmeyecek ama bile bile yapacaksınız..
Biri size içinizdeki acıyı söküp atabileceğini söylese, kaçacaksınız..
Aslında kurtulmak istediğiniz halde, o acıyı yaşamak için direneceksiniz..
Hayatınızın geri kalanını onu düşünerek geçirmek isteyeceksiniz…
Aksini iddia edenlerden nefret edeceksiniz..
Herkesi ona benzetip kimseyi onun yerine koyamayacaksınız..
Hiçbir şey oyalayamayacak sizi, ilaçlara sığınacaksınız..
Bir kaç saat kafanızı bulandıran ama asla onu unutturmayan..
Sadece bir müddet buzlu camın arkasından seyrettiren..
Bütün şarkılar sizin için yazılmış gibi gelecek..
Boğazınız düğümlenecek, dinleyemeyeceksiniz..
Uyumak zor, uyanmak kolay olacak, sabahı iple çekeceksiniz..
Bazen de ” Hiç güneş doğmasa” diyeceksiniz..
Ne geceler rahatlatacak sizi, ne gündüzler..
Ölmeyi isteyip , ölemeyeceksiniz..
Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önünüze çıkana sarılmak isteyeceksiniz, nafile..
Düşüncesi bile tahammül edilmez gelecek..
Rüyalar göreceksiniz, gerçek olmasını istediğiniz..
Her sıçrayarak uyandığınızda onun adını söylediğinizi fark edeceksiniz..
Telefonun çalmasını bekleyeceksiniz..
Aramayacağını bile bile..
Her çaldığında yüreğiniz ağzınıza gelecek..
Ağlamaklı konuşacaksınız arayanlarla..
Yüreğiniz burkulacak..
Canınız yanacak..
Bir daha sevmemeye yemin edeceksiniz..
Hayata dair hiçbir şey yapmak gelmeyecek içinizden..
Onun sesini bir kez daha duymak için yanıp tutuşacaksınız..
Defalarca aradığı günlerin kıymetini bilmediğiniz için kendinizden nefret edeceksiniz..
Yaşadığınız şehri terk etmek isteyeceksiniz..
Onunla hiç bir anınızın olmadığı bir yerlere yerleşmek..
Ama bir umut..Onunla bir gün bir yerde karşılaşma umudu..
Bu umut sizi gitmekten alıkoyacak..
Gel gitler içinde yaşayacaksınız..
Buna yaşamak denirse…

(Pakize Suda) 

4 Şubat 2012 Cumartesi

İnsan canhıraş bir suskunluktur...

"19. yüzyıl boyunca birçok cerrah, bir hayvan üzerinde operasyon yapmadan önce alışılmış bir biçimde ses tellerini kestiler. Bunu, deney sırasında hayvanlar ses çıkarmasın diye yaptılar.
Deneyi yapanlar ses tellerini keserek aynı zamanda gerçeği yadsıdılar -sessiz bir hayvanın acı çekmediğini varsaydılar- ve bunu kendileri, doğruluğunu kabul ettikleri bilgileriyle doğruladılar. Hayvanın çığlıkları onlara zaten bildikleri bir şeyi, karşılarındaki yaratığın bilinçli, hisseden ve operasyon sırasında eziyet edilmiş bir varlık olduğunu anlatacaktı."
(Kelimelerden eski dil)

Susuyor olmam, acı çekmediğim anlamına gelmez...

(Tarık Tufan / Ve sen kuş olur gidersin)

3 Şubat 2012 Cuma

Bak biz de ölüyoruz...

...
Yaprakları döken, dalları kıran bir sonbahar rüzgarı yüzümüze geçiriyor tırnaklarını. Bu telaş, bu göçebelik hâli, bu hastane önü koşuşturmaları hiç bitmeyecek gibi.
Bak biz de ölüyoruz yavaş yavaş.
Kimselere sezdirmeden, bağırıp çağırmadan, bir köşeye çekilmiş ölüyoruz.
...
...
Bak biz yavaş yavaş ölüyoruz.
Sen bir köşede, ben bir köşede, uzakta ve habersiz ölüyoruz.
Borsalar umursamıyor ölümümüzü. Piyasalarda tedirginlik yok. Bu durumda her şey olduğu gibi devam edecek. Hiç olmazsa bizim kapımızda bekleyen şu baharı birileri içeriye buyur etsin. Serin bir ayran koysun önüne, biraz yiyecek.
Bu bahar bizi beklemekten ölüp gidecek korkuyorum. Hayal kırıklığına uğramış bir doğum günü çocuğu gibi, bütün nefesini içine çekip, sonra da kalakalacak.
...
...
Gözlerim, dediklerimin hiçbirine aldırmadan içinde ne kadar yaş varsa döküyor. Ben yolda ağlamaktan utanırım biliyor musun?
...
...
Boşver. Bak biz de ölüyoruz. Oysa insan ölürken sevgilisinin başında durmasını ne çok arzular...

(Tarık Tufan / Bir adam girdi şehre koşarak)