«Yabancısı oldum; ama yalancısı olmadım hayatın...»

30 Aralık 2011 Cuma

Özür...


Ben bu kendimden şikâyetçiyim;
Rabbim, beni üzdüğün için
Senden özür dilerim...
(Uçuş Denemeleri - İbrahim Tenekeci)


Uçuş Denemeleri (İbrahim Tenekeci)

Genelde kitaplardan yaptığım alıntıları ayrı ayrı yayınlarım; ama bu kitaptaki alıntılar genelde kısa. O yüzden hepsini ya da çoğunu diyelim, bu başlık altında paylaşmak istedim.


Rabbim sen olmasan
Kimin aklına gelirim ben.


Soğuktan eliniz ayağınız uyuşmuş bir halde eve geldiniz 
ve hemen sobanın yanına sokuldunuz.

Isınmak için sobanın yanına sokulduğunuz andan itibaren,
her geçen dakika sobadan biraz daha uzaklaşır ve en sonunda odanın,
sobaya en uzak köşesine oturursunuz.

İlk dakikada sizi rahatlatan, huzur veren ateş; yavaş yavaş canınızı sıkmaya başlamıştır. Önce üstünüzdeki kazağı çıkarır, daha sonra evdekilerin bütün itirazına rağmen, pencereyi hafifçe aralamaya kalkarsın. 

Aşk da böyledir işte.


Allah'a, bizleri ölümle tedavi ettiği için şükretmeliyiz.
Yoksa hepimiz hırs kanseri olurduk.


İtiraz ediyorum:
Farklı giysilere bürünsek de nihayetinde hepimiz birer iskeletiz.


Bir inzibattır ölüm, dolaşır caddelerde
Yakmak için iznini acemi bir askerin...


Taburcu oldu bugün, bir tabutun içinde.
Dört adam, bir tabut; beşibiryerde.


İnsan bir fabrika olsaydı, ne üretiyor olurdu?
Mazaret...


Kar üstünde biraz hızlanıyor, sonra kesik aralıklarla kaya kaya ilerliyorum. Bugün ne yapsam sorusuna iki tokat atıp, çoğu zaman yaptığım şeyi yapıyor ve ilk önüme gelen otobüse biniyorum.

Dışarıya bakıp şunu mırıldanıyorum: Nasıl sevdiysem öyle kaldın sen...


Saçlarımın beyazladığını gören annem, "saç sefayı sever; yoksa bir derdin mi var", demişti. Yüzüne kaçamak bir bakış atıp acı acı gülmüş ve şunu düşünmüştüm: 
Tetiği çekilmek üzere olan bir tüfeğin önünde kim olmak ister? Ben senin, hiç bir zaman övünemeyeceğin bir oğlun olarak, işte oradayım.


Dedemin kansere yakalandığının ortaya çıktığı gün, evde kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. İlerlemiş diyorlardı, hiç umut yokmuş.

Becerebildiğim tek şeyi yapıyor ve bir sofra bezi gibi büzülüp yatağıma giriyorum. Allah'ın bana verdiği bütün nimetleri iştahsız bir hasta gibi elimin tersiyle itiyor; gözlerimi daha çok kapatarak, hayatı protesto ediyorum.

Ve uykunun, boş bir kağıda imza atmaktan farksız olmadığını biliyorum. Çünkü O olmasa, hiç birimizin gücü uykudan uyanmaya yetmez.


Ondan bana kalan tek hatıra kendi fotoğrafım. Fotoğrafa baktıkça onun yüzünü görüyorum. Çünkü makinanın arkasında o vardı ve 'bana bak, hah öyle' demişti.


Allah'ım, sadece annemi babamı değil, gökyüzünü de başımdan eksik etme...


Ömrünün son on beş dakikasını gözlerimin önünde geçiren hasta, son nefesini verirken, not defterime şunu yazdırdı:
Ey ölüm, kaç yıl yaşamam lazım, seni avlamak için!


"İntihar, can alıcı bir konudur.", dedim.
Güldüler...


Çocukları, politikacıların ve reklamcıların erişemeyeceği yerlerde saklamalıyız. Ya da şöyle: Politikacıları ve reklamcıları, çocukların erişemeyeceği yerlerde saklayınız...


Sıradışı olmak için, illa sırayı bozmak gerekmez. Lütfen sıraya giriniz. Ama mevsimler gibi.


Yaşıyorum, beni meşgul etmeyin.
Bu bir cümledir. Fakat isterse dize de olabilir, özlü söz de. İnsan da böyledir. Ne isterse olabilir, hatta insan bile olabilir.


Herkes birbirinden korkuyor. Bu, hem iyi, hem kötü. İyi çünkü, korkmak bazen faydalıdır. Kötü çünkü, korkmak çoğu zaman zararlıdır.
Bu satırlardan sadece siz değil, ben de bir şey anlamadım. 
Fakat şu var: Bizden, her şeyi anlamamız beklenmiyor.


İşte size tüylerinizi diken diken edecek bir cümle: "Kuzu besliyoruz, öldürmek için."
İşte size sevimli bir cümle: "Kuzu besliyoruz, kurban bayramı için."

Oysa "bıçak" kelimesi her iki cümlede de geçiyor. Bu oyundan birçok ders çıkarabiliriz. İlki şu olsun: Gerçeği, satırları değil, satır aralarını okuyarak görebiliriz.

...

Arkası yarın:)




29 Aralık 2011 Perşembe

Eşe itaat.


...
İki kadının haberini birlikte almıştım;

Sâre'nin (İbrahim aleyhisselam'ın eşi) yüz yaşına yakın ana olacağı haberi ile bir kadının (Lût aleyhisselam'ın eşi Aşela) helâket haberini...
Sâre ibadet eden bir hanımdı. O, hem İbrahim'in Rabbine, hem İbrahim'e itaat etti. Onun için her şeyini terk edip hicret etti. İbrahim'in arkasında o diyardan o diyara gitti. Mükâfatını Rabbi daha dünyadayken bile gösterdi.* Eşe itaat acaba nefsin kırılma noktası mıydı?

Ya Aşela? Ne Rabbine, ne eşine itaat etti. Birisini tanımazken, diğerini de üzdü. Sonu eşine isyanın, asiliğin, ihanetin son raddesi olan bir gecenin sonunda oldu. Sanki esfel-i safiline yuvarlandığının göstergesi olarak binlerce metre yerin altına geçirildi.

( * Mâziyi istikbâle taşıyan tarih, gelecekte eşine itaat etmeyerek yükselen tek bir kadından söz edecekti. O da Firavun'un eşi Asiye. Yoksa tüm yücelen kadınlar eşlerine itaatle yükseldiler. "Hayır" sözcüğünü kullanarak yücelen tek kadın Asiye oldu.)

-Nefsin Sesi-

Ara sıra nefis diyarında karışıklıklar oluyordu. Yine nefiste dalgalanmalar olmuştu. Nefse hiç de güven olmuyordu. "Sustu, kabul etti, eğildi, eğitime girdi." dendiği bir noktada tekrar ayak seslerini, dünya direnişlerini yükseltebiliyordu.

- Hacer, diye seslendi nefsim. Sâre şimdi eşinle, sen sıfır oldun; sıfır kadınsın. İsyan seslerini çığırtkan şekilde başlattı duygularım.

- Hani hak, dedi bir duygum. Bir başkası:
- Hani adalet, dedi.
Kendimi uysal kadın bilirdim.
Dinledim iç kaynaşmaları bir bir.
Havva'yı düşündüm, Lût'un, Nuh'un eşlerini düşündüm.
Havva eşine itaat etmişti. Büyük sınavlar yaşamıştı. Üç yüz yıllık bir ayrılık ve yalnızlık yaşamıştı. Sonra çocuklarının arasındaki kanlı cinayeti düşündüm. İlk ölümü yaşaması, yavrusunun ölümünün acısını yüreğinde yaşayışını düşündüm. Katil olan diğer yavrusunun sürgüne gönderiliş acısı, günahkâr bir evladın kaybının yürek yakışını düşündüm. Ne denli zordu Havva anamın sınavı. Ama o hep eşinin yanında, hep onunla, eşine itaat Havva'nın ruhunda ibadet neşvesi gibiydi.

Lût'un ve Nuh'un eşleri başkaldırdılar eşlerine. Kabul etmediler, itaat etmediler. Sonuç; birisi sularda helâk olup gitti; birisi toprakta kayboldu. Eşe itaatsizlik kadere itaatsizlik gibi geldi. Çünkü yaşadığımız zorluklarda eşler de birer sebep değil miydi?

Eş de, Rabbimizin bizim için seçtiği bir yazgıydı. O zaman düşündüm seçilene mi, seçene mi itiraz edeceğim? Hiçbirine... Ben seçtiğinden de, seçtiğinin görünüşte bana yaşattıklarından da memnun ve râzıydım.

Ayaklanma çok kısa sürede bastırıldı, her duygu ayaklanmanın mahcubiyetiyle döndü eski haline.

AŞK-I SÜKÛN - Nuriye Çeleğen



Yazıya ilaveten:

Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular:

“Mü’min, Allâh’a takvâdan sonra en çok sâliha bir zevceden hayır görür. Böyle bir kadına emretse itaat eder, ona baksa sürûr duyar, bir şeyi yapıp yapmaması husûsunda yemin etse, kadın bunu yerine getirerek yeminini bozmaktan onu kurtarır, ayrılıp uzak bir yere gitse, kadın hem kendi namusu ve hem de adamın malı husûsunda hayırhah ve dürüst olur.” (İbn-i Mâce, Nikâh, 5/1857)

Kadınların merakı.

İbrahim (aleyhisselam) gitmişti gitmesine; ama Cürhümlü kadınları bir merak sarmıştı. Beni konuşuyorlardı. Neden itirazsızdım, neden suskundum? Bu kadar da sabır olur muydu? Bunca yoldan gelinip konuşulmadan gidilir miydi?

Suskundum, hep sustum. Hiç çekişmedim. Kimseyle kavga etmedim. Pasif miydim? Değil. Su ararken nasıl da alıcı bir şahin gibi tepeden tepeye atmıştım kendimi, hem de yedi kere. Nasıl da say (çalışmak) etmiştim.

Cürhümlü kadınlardan biri yanıma sokuldu. Yeni haberler edinmek, içindeki kadınlık fitnesiyle beni üzmek istercesine sordu:

- Hacer, dedi. Neden Sâre hakkında hiç konuşmuyorsun? Oysa eşin onunla. Sen burada yalnız ve eşsizsin.

İçi fitne ateşiyle dolu kadına gülümseyerek baktım. Konuştuklarımı anlar mıydı; ama yine de iki kelâm etmeyi uygun buldum.

Bilir misin, dedim; boyu uzun kadına. Nefis denen, insanı şeytana yaklaştıran, ona komşu eden bir yer var insanoğlunda. Bir de insanı Allah'la beraber kılan kalp denen bir yer var. İşte o nefis denen yer; şeytanın dinlenme yeri, konuşma yeridir. Şeytan nefis yerinde oturur. Eğer o nefis yerindeyse, insan sürekli konuşur, her şeye kızar. Hiç memnun olmaz. Her şeye itiraz eder. Her şeyde bir kusur, bir olumsuz hâl bulur. Hiçbir şeyin güzel yüzünü göremez. Çünkü şeytanın hiçbir güzel yüzü yoktur.

Uzun boylu kadın korkmuştu:
- Neremizde bu yer, diye sordu kuşku dolu bakışla.

Belli bir yeri yok, her yerinde olabilir insanın, her yerini taht edip oturabilir dedim.
- Ya kalp, dedi kadın korkuyla büzüşerek. Orada kim oturur?

Nefis atıyla dolu dizgin konuşan kadına:
- Kalpte kim mi oturur, dedim; âlemlerin Rabbi. Onun tahtı orası...

Kadın şaşkın şaşkın baktı yüzüme. Belli ki, şimdiye dek böyle bir şey hissetmemiş orada. Onun için dedim:
- Kalp sırrına erenler neler yapar, bilir misin?

Susarlar.
Kızmazlar.
Küsmezler.
Kırmazlar.
Kırılmazlar.
Her şeyde bir güzellik bulurlar.
Hiçbir şeyi insanoğlundan bilmezler, Rabbinden bilirler.
Her şeyi Ondan umup beklerler.
Susarak konuşurlar. Öyle konuşurlar ki, asırlar dinler onları. Âdem babamız susarak konuştu. Hâlâ duyuyorum onun sesini...

Cürhümlü şaşkın kadının yüzü al al olmuştu. Ona dedim:
- Allah, İbrahim'e suhuf gönderdi. Bakın Rabbimiz ne diyor:

"Akıl sahibi, vakitlerini şöyle üç kısma taksim eder:
Bir kısmını Rabbine niyaz ve asar-ı kudretini tefekkürle geçirir.
Bir kısmını ilerisi için ne gibi ameller yapıp yapamadığının hesabını nefsine sormakla geçirir.
Diğer kısmının da yiyip içmesinde haram ve helali gözeterek ihtiyacının temini yolunda sarf eder. Akıl sahibi zamanına dikkatli olup neyi, ne zaman yapacağını bilmelidir. Lisânını boş şeylerden muhafaza etmelidir. Kim ki söylediği sözün bir amel olduğunu ve onun hesabını vereceğini düşünürse, az konuşur." 
(Ruhu'l-Beyan: 4/162)

"AŞK-I SÜKÛN"
Nuriye Çeleğen

İnsan, kaybettikleriyle insandır.

Her sabah pencerenin kenarına konan kuş artık gelmez olmuştur. Bayat ekmek kırıntıları, alıngan bir kuşun geride bıraktığı son parçalardır. Kim bilir hangi hoyratlığına alınıp gitmiştir buralardan.

Birkaç sabah daha merakla pencerenin kenarına baktığınızda, kırıntılar hâlâ oradaysa, küçük bir iç burkuntusu hepsi o kadar...

Bir kuş giderken neler götürebilir ki yanında?
Oysa bir sevgili giderken pek çok şeyi alıp gitmiştir.
Utangaç ilk dokunuşları,
akşam vakti sinema çıkışında yağmura yakalandığınızdaki sarılmaları,
kimi sayfalarındaki satırların altı çizili şiir kitaplarını,
telefon konuşmalarındaki ağlayışlarını,
soğuk bir havada boynuna doladığın ve onun kokusu sinmiş kaşkolu,
karşılıklı içilen kahvelerin değişmez fincanlarını,
filmlerden ezberlediğiniz ve birbirinize söyleyip durduğunuz replikleri,
arkadaşlarınızla birlikteyken kaçamak olarak birbirinize fırlattığınız şehvetli bakışları,
doymamacasına dinlediğiniz bir Ortadoğu ezgisini,
Balat sokaklarına gizlediğiniz gülümsemeleri,
sık gittiğiniz bir lokantanın kokusunu,
evlenince ilk hafta yapılacak yemekler listesini,
simidin yanında şekersiz içilen çayları,
minicik ağızlarıyla kurşun emen çocukların acısıyla burkulan yüreğini,
tülbendine, hain bir bombardımanda ölen kocasının kanı bulaşmış ve ağlayıp duran kadının hüznüyle kan çanağına dönmüş güzel gözlerini,
bir ebru deseninden ayırt edilemeyecek ellerini,
unutulmuş bir randevudan kopan tartışmaları,
kendi elleriyle yaptığı ve tuzun fazla kaçtığı bir yemeği tadarkenki yüz buruşturmalarını,
her gece ayın şekline bakıp verdiği yeni isimleri,
saçlarını çiçek tarlasına dönüştüren minik tokaları,
çocukluğundan beri sakladığı ve artık parçalanmaya yüz tutmuş, sağından solundan ipler sarkan bez bebeği,
solgun gecelerin ayazında birlikte edilen duâları,
hayata ve insan olmaya dâir bitimsiz konuşmaları,
küçük sakarlıkların ardından gözlerimizden yaşlar getiren kahkahâlârı,
sokak lambasının neşeli ışığıyla paylaşılan yalnızlıkları,
cızırtılı bir radyoda çalan şarkıya dans ederek eşlik edişleri,
bazı satırlarındaki mürekkebi gözyaşlarıyla dağılmış mektupları,
lunaparkta bindiğiniz atlıkarıncadan birbirinizin elini tutma isteğini ve çocuklarınkine karışmış neşeli bağrışları,
gözden uzak, eski, küçücük bir camiinin, içinde birkaç yaşlının oturup da ölümü beklediği avlusundaki hevesli sözleri,
sudan sebeplerle edilen kavganın ertesinde özür dileyebilmek için bahane aramaları ve mahçup bakışları,
kaybettiğimiz iyi dostları anarken gözlerinin dolup dolup taşmalarını,
onun yüzü, bakışları, elleri, hüznü, sevinci, hayatınıza girdiği ilk andan itibaren yaşanılan her ne varsa alıp gitmiştir sevgili.

Bir sevgili gittiğinde, ona baktığınız gözlerinizi de alıp gitmiştir.
Bir sevgili gittiğinde, altında onunla dolaştığınız gökyüzünü de alıp gitmiştir.
Bir kuş, bir sevgili...
İnsan, kaybettikleriyle insandır.



"ve SEN KUŞ OLUP GİDERSİN"
Tarık Tufan

26 Aralık 2011 Pazartesi

21 Aralık 2011 Çarşamba

Sessizliğim...

Hüzün tuzağının ağına sürer beni, beynimin örümceği.
Ne zaman birinin sözlerine inansam;
bilinç çölündeki akbabaları, kleopatra sanarım.

Yanıldım mı yine yoksa?
Olsun;
Yılanı, çöl akrebi ısırmasın yeter...
Her varlığın doğasında vardır yavşak hayatlar.
Bazen küfürler savuruyorum, belki insancıl lüksleri olanlar anlar diye;
Düşüyorum, yüksek rakımlı sessizliğimin eşiğinden...


Aramızdan geçenler, aramızda kalsın.

Önce;

Gül ağaçları büyüttüğümüz güllük gülistanlık bahçemizde gül gibi geçiniyorduk.

Birgün ansızın gül bahçemizden ihânetin yolu geçti.
İkiye bölündü yürek, gülüşün karşıda kaldı, güller elimde.

Sonra;

Hayatımıza beyaz bir sayfa açtık.
O beyaz sayfanın kalan yerlerine hikâyemizi yazdım.
Kitabımız yok sattı, çünkü biz yoktuk.
Okuyan yoruldu, kitabımızın ortasından ayrılığın ayracı geçti.
İkiye bölündü geçmiş, sayfan karşıda kaldı, hikâye aklımda.



Aslında;
Bir yastıkta kocamak istiyorduk.
Yatak bizi bir araya getiren tek gerçekti.
Şüphe için yorgan yakmaya hazırdık hep.
Sırt sırta döndük, yastıklarımızın arasından gözyaşı akıp geçti.
İkiye bölündü uyku, yüzün karşıda kaldı, izi yastığımda.



Eskiden;
Aşkın yaya yolunda koşuyorduk.
Kırmızı ışıklar yandı üstümüze, ama umurumuzda bile değildi.
Tereddüt etmeden yürüdük.
Allah elimizi bıraktı tam da kalabalığın ortasında.
Sımsıkı sarılırken, aramızdan hain insanlar geçti.
İkiye bölündü beden, yaşam karşıda kaldı, ölüm içimde.



Sonra;
Sonrası yok.
Aramızdan geçenler, aramızda kalsın...



10 Aralık 2011 Cumartesi

Kalbim benim ...


Benim kalbim bir ıslahevidir.

Yetim bir çocuk durmadan azarlanır içinde.

Ne çâre...



Vurulur tek tek göçmen kuşlarım;

Ne vakit kaçsa senin viran şehrine

...

İşte böyle...


Parasını düşürmüş bir çocuğum ben; 
Annesine söylemekten korkan.

Bir ısırık alınıp, soğumuş çayın yanına; 
Aceleyle terk edilmiş bir simitim ben…


3 Aralık 2011 Cumartesi

SEN olayım...

Bana gõzlerini yurt eyle mültecin olayım,

Kendi adına bana kimlik çıkar

ben biraz da sen olayım..