«Yabancısı oldum; ama yalancısı olmadım hayatın...»

21 Eylül 2011 Çarşamba

Kalbinizin en üst katında kim var?

Ben kalbinin birinci katında oturuyorum. Hani sığınaksız, korunaksız, yağmurlu bir sonbahar günü, başıboş dolaşıyordum sokaklarda. Hani elimden tutacak kimsem yoktu. Hani, işte, tam o an sen çıkmıştın karşıma ve bana kalbinin birinci katını vermiştin.

‘Orada güvendesin, ağlamak, üzülmek yok, huzur var.’ demiştin. Ben de kalbinin birinci katına yerleşmiştim. Elimden tutup kaldırmıştın, hayatın soğuk kaldırımlarından. Sıcacıktı kalbinin birinci katı. Huzur buldum orada, ısındı yüreğim. Kalbin o kadar büyüktü ki, binlerce kattı. Ama ben sadece birinci kattaydım. Sen bana orayı vermiştin. Kalbinin birinci katında oturuyordum.

Zaman ilerledikçe kalbinin birinci katı yetmedi bana, diğer katları merak etmeye başladım. Oralarda kimler, hangi duygular oturuyordu? Şöyle bir dışarı baktım. Binlerce giren çıkan vardı kalbine. Benim dışımda anne-baba, mal-mülk, eş-çocuk sevgin oturuyordu üst katlarda. Yerleşmişti bu sevgiler çıkmazcasına yüreğinin değişik katlarına. Sonra giren çıkan binlerce duygu vardı. Kin, nefret, huzur, mutluluk, dostluk, düşmanlık… Bazen çok üst katlarda, bazen alt katlarda oturuyordu bu duygular.

Ama en çok merak ettiğim, kalbinin en üst katında oturan, bütün duyguların ve sevgilerin üstünde olandı. Kalbinin asıl sahibiydi merak ettiğim. Bir gün sordum sana kim diye. Sen de O dedin. Sonra açıkladın; beni, kalbimi, seni, sevgiyi, nefreti, yaratan O dedin. Sanırım anlamıştım. O, beni yaratan ve kalbinin birinci katına yerleştiren. O, bana bu mutlulukları tattıran. O, yüce Yaratıcı…

Ben O’nu tanıdıktan sonra, kalbinin birinci katında kendimi daha güvende hissettim. O, kalbinin ve kalbimin asıl sahibi. O, kalbini ve kalbimi evirip çeviren. O, kalbimin de en üst katında olan. O, başka sevgi ve duygularla kıyaslanamayacak kadar yüce olan. O, beni kalbinin birinci katına yerleştiren…

(Saliha Canbay) 

16 Eylül 2011 Cuma

Aşk olmayınca Meşk olmaz...

 Kim ki aşkı ister, âşık olursa, er veya geç, elbette âşık olduğuna kavuşur. Çünkü aşk, insan için muharrik güçtür, onu harekete geçirip hedefine yönlendirir.

 ... Ta ezelde içine yerleştirilmiş bir cevherdir ve o cevher işletildiği ölçüde insan kimlik bulur, kemale erer, insan olur. Hüdayi diliyle "Aşk iledir şevk ü sürur / Aşk iledir zevk ü huzur." Bu yüzden insan aşka meyyal yaratılmıştır. Nitekim eskiler aşkı, "İnsan tabiatının bir şeye kemal derecesinde meyletmesi" diye tarif ederler. Kim neye karşı kemal derecesinde meyil gösterirse Allah onun emeğini boşa çıkarmaz, onu istediğine vasıl eder. Allah'a âşık olan (kemal derecesinde meyleden) elbette cennette rü'yete vasıl olur ama dünyada da bir gün ene'l-hak mertebesine ulaşır; Rasulüne âşık olan ötelere vardığında elbette onun meclisinde konuklanır ama dünyada da onu görür, onunla yaşar; cennete âşık olan bir gün cennete girer ama dünyada da cennet gibi bir hayat sürer. İmdi, dünya açısından dahi bir kimse her neye âşık olsa elbette o şeye vuslat bulur. Yeter ki âşık olduğu şeye karşı kemal derecesinde istek göstersin ve o yolda sıdk ile yürüsün. Mal ve mülk de olsa, ilim ve irfan da olsa, şan ve şöhret de olsa... Burada önemli olan, âşık olunan hedefe uygun davranabilmek, o yolun gereklerini yerine getirebilmektir. Bir yandan aşktan bahsedip diğer yandan aşk yolunun kurallarına uyulmuyorsa ömür telef oldu demektir. Kim gecekondu istiyorsa ona göre, kim kaşane istiyorsa ona göre çalışmalı, yolunu ona göre çizmelidir. Çünkü aşk yolu meşakkat ister, sıkıntılara katlanmak ister, zorluklara göğüs germek ister. Hem sıkıntı çekmeyeyim hem de sevgili ele girsin diyen kişi, ahmaklığını ibraz ediyor demektir. Bu yolda önemli olan, âşıklığın hangi derecede benimsendiğidir. O yolun gereklerini ve kurallarını az mı yerine getiriyoruz, gerektiği kadar fedakar mıyız, gereğinden ziyade mi çabalıyoruz?!.. Kays, Leyla'ya âşık olduğu vakit onu kolayca ele geçirebileceğini sanmıştı. Çünkü yolun kurallarını bilmiyordu ve her istediği hemen oluverecek sanıyordu. Sonra aşkın gerektirdiği kadar kendini aşka bağladı ve Leyla'nın aşk lezzetini tatmaya hak kazandı. İlerleyen zamanda bununla da yetinmedi, ona gereğinden fazla itibar etti, kendinden vazgeçip Leyla için var oldu ve adı aşk ile aynileşti. Bunlardan birinci kademede her yerde Leyla'yı araması gerektiğine karar vermişti ama aradığı yollar Leyla'ya çıkmıyordu. İkinci kademede yolları doğrultunca Leyla'nın suretine vuslat buldu. Madde planında vuslatla yetinmeyip suretten geçerek hakikate ermek istediğinde, Leyla artık onun ayağına geldi.

 Buraya kadar hep iradî (isteğe bağlı) aşktan bahsettik. Yani talip olanın matlubuna (istenilene) yürümesi... Bir de bunun tersi vardır. Yani seven ile sevilenin rolleri değişir ve sevgili sevenini kendine çeker, onu kendisi için ister. Yine Hüdayi dilince "Koymaz kişide ihtiyar / Varlığını eyler nisar". Burada aşk yolunun sıkıntısını yine âşık çeker. Bunun sebebi, aşka layık olabilecek bir kemale ermesi, aşkı ihata edebilecek bir kaba dönüşmesidir. Yoksa her ham ervahın aşk zarafetiyle buluşması elbette imkânsızdır. Kaldı ki aşkın iltifatı maşuktan ziyade âşıkadır. Aşk gelince maşuku değil âşıkı kemale erdirir. Bu kemal, aşk yolunun çilesini çekmekle mümkündür. Yani önce eziyet ve çile çekilmelidir ki sonunda mükafat olarak vuslat gerçekleşebilsin. Ne denilmiştir?

 Aşk olmayınca meşk de olmaz...

 İmdi; Hakk'a âşık olan Hak'tan gayrının muhabbetini terk eylemelidir. Rasulullah'a âşık olduğunu söyleyen, sünnet ile amel eylemelidir. Cenneti seven salih amel işlemelidir. Dünyaya âşık olan kâr ve kazanç yolunu tutmalıdır. İlme âşık olan üniversiteden ayrı vakit geçirmemelidir. Sanata âşık olan, üstadının hizmetinden ayrılmamalıdır. Bilgelik isteyen bir mürşid-i kamil eteğine yapışmalıdır. Her kim ki âşık-ı sadıktır, elbette sevdiğine kavuşur, vuslata erer.

 O halde soru şu:

 -İnsan aşk yolunda nasıl yürümelidir?

 El-cevab:

 -Sevgili görüyormuş gibi?  

(İskender Pala)

15 Eylül 2011 Perşembe

Rabbim Rabia-i Adeviyye ahlâkı ve îmânı nasip eylesin tüm hanımlara...

Rabia-i Adeviyye, Basra'da dindar bir babanın çocuğu olarak doğmuş, henüz ergen olmadan önce de vefat eden anne-babasından sonra da, fakirlik ve öksüzlük mihneti altında yalnız bir hayata mecbur kalmıştır.

Allah âdildir. Bir yandan alırsa, diğer yandan verir. Bu yokluk ve mahrumiyet, kendini Allah'a veren  Rabia'da manevi duyguların inkişafına sebep olmuş; iç âlemine dönen Rabia, kısa zamanda günün, büyük velilerinden Süfyân-ı Sevrî, Hasan-ı Basrî gibi zâtların da gıpta ve takdirlerine lâyık hâle gelmiştir.

Kulubeciğinin içinde serili bir hasır, köşesinde ise içi hurma yaprağı ile dolu bir minderciğinden ibaret ev döşemesi, onu hiçbir zaman üzmemiş, bilâkis huzur verip vecd almasına sebep olmuştur.

Nitekim kendisini ziyarete gelen Süfyân-ı Sevrî, "Ya Rabia, arzu ederseniz yakınlarınız size yardım ederler. Bulunduğunuz bu mütevazi döşemeyi değiştirir, halinize bir çekidüzen verebilirsiniz." yollu bir teklifte bulunmak istemiş; ancak Rabia'nın cevabı kesin olmuştur: "Ben halimden müşteki değilim ki, onlara müracaat ihtiyacı duyayım. Hatta içinde bulunduğum hâlden, bütün dünya elinde olana dahi müracaat etmedim. Nerede kaldı ki, o dünyanın zerresine sahip olan aciz insanlara rica edeyim!"

Rabia'da bir tek ölçü vardı. O da şu fâni ömrün, İslâm'a en uygun şekilde yaşanıp yaşanmaması idi. Şâyet, dini emirlere tıpatıp uyan bir hayat yaşanıyorsa, onun nazarında işte bu hayat gayesini bulmuş, hedefine ermişti. İsterse o hayat, hasır üstünde geçsin, isterse hasır dahi bulamasın da toprak üstünde devam etsin...

Basralı zenginlerden olan Süleyman Haşimî kendisine bir mektup yazıp, kazancını ve ilerde daha da çoğalacak olan servetini izah ettikten sonra: "Bütün bunlar senin emrine âmâdedir. Yeter ki, beni kabul eyle, nikâhım altına girmeye razı ol." deyince, Rabia'nın cevabı sert olmuştur: "Kazancınla mağrur olup, ona güvenme. Bunlar köpük gibidirler. Ne ölüme mani olurlar, ne de başına gelecek bir takdire. Sen yarın varacağın İlâhi huzurda sana lâzım olana bak, onunla teselli ol. Bir de sakın ben ölürken vasiyet ederim de bu servetimle arkamdan hayır işlerler, diye bir vesveseye de aldanma. Sen kendin kendine vâsi ol, servetini kendi elinle İslâmi hizmete harca, ölmeden vasiyetini kendin yerine getir. Şunu da unutma ki, emrime âmâde edeceğini yazdığın şey, gönlüme ağırlık, kalbime karanlık verir. Benim için cazip bir şey olmaktan çoktan uzaklaşmıştır onlar..."

Hanımlar, ziyaretine gelirler, nasihat isterlerdi. Söylediklerinden biri de şöyledir: "İyiliklerinizi de gizleyin. Tıpkı kötülüklerinizi gizlediğiniz gibi. İyiliklerini ilân etmek, rüzgârın karşısında un savurmak gibidir. Alıp götürür, eliniz boşta kalır."

Rabia bütün varlığını îmâna, Allah aşkına adadığından bu yüzden evlenmeyi bile düşünmemişti. Bir gün kendisine, niçin evlenmediğini sordular. Cevabı şöyle oldu: "Üç şey vardır ki benim bütün dünyamı dolduruyor. Evlenmeyi düşünmeye vakit bırakmıyor." Sordular:"Nedir o üç şey?" Cevap verdi: "Son nefesimi verirken îmânla gidecek miyim? Mahşerde kitabım sağımdan mı, solumdan mı verilecek? Halk, cennetle cehennem yolunda ikiye bölününce, ben hangisinde yer alacağım?"
...

Bir gün namazda iken evine hırsız giren Rabia, namazını bitirinceye kadar hırsızın bir şey bulamayıp eli boş döndüğünü anlayınca seslendi: "Ey muhtaç adam, bari ibrikteki sudan abdest alıp iki rekât namaz kıl da emeğin büsbütün boşuna gitmesin..."

Hırsız şaşırmış, korkuyla karışık bir ruh hâline kapılmıştı. Hemen abdest alıp orada namaza durdu. Rabia bundan sonra ellerini kaldırıp duâ etti:

"Ya Rab, bu muhtaç, benim evimde alacak bir şey bulamadı, onu Sen'in kapına gönderdim. Sen elbette benim gibi değilsin. Onu boş çevirmezsin."

Namazı bitiren hırsızın, tövbe etmeye başladığını duyunca, bu defa da şöyle yalvardı: "Ya Rab, bu adam kapında birkaç dakika bekledi, hemen kabul ettin; ama bu âciz, bütün ömür boyu kapındaydı, hâlâ böyle kabul edilemedim!" Kalbine doğan ses şöyleydi:

"Üzülme, onu senin hürmetine kabul ettik!"

(Aşkın Gözyaşları kitabından alıntı)

13 Eylül 2011 Salı

Eşiniz ve kendiniz için duâ...

Rabbim! Kalpleri birbirine ısındıran Sensin...
İzzetinle, ancak kendi muhabbetine sakladığım kalbimi;
Hikmetinle, eşimin kalbine de ısındırıyorsun.
Senden emanet aldığımız kalplerimizi, yine Sana teslim ediyoruz.
Kalplerimizi karartmamıza izin verme,
Kalplerimizden Seni sevmeye yollar aç,
Birbirimize olan sevgimizi, Seni sevmekle çoğalt,
Beni ve eşimi, Seni sevdiren ve Seninle sevinen bir sevgiyle donat.

Rabbim! görüyorum ki Sen, olmuş yeryüzünü her bahar yeniden diriltiyorsun...
Kudretinle, kurumuş kemikler gibi ağaçları,
Çiçek çiçek tebessüm ettiriyorsun.
Yaprak yaprak urbalarla beziyorsun,
Meyvelerce hediyelerle sevindiriyorsun,
Toprağa düşüp, gözlerden uzak olan tohumları
Yeniden gün yüzüne getiriyorsun.
Sen bir baharı, bir çiçeği yaratırcasına kolayca yarattığın gibi;
Eşimin getirdiği her gülden bir bahar tazeliğinde mutluluklar yarat bana,
Yüzümde bir gül gibi açtırdığın her gülücükten,
Eşimin gönlüne gül bahçelerinin ıtırını yay...
Yıllar geçtikçe üzerimize çöken puslu hazanların etkisiyle,
Unutkanlığın rüzgarında savurup dağıttığımız inceliklerimizi,
Kalplerimizin kuytularında unutup, karanlığa bıraktığımız muhabbet sözlerimizi;
Tohumlar gibi filizlendir,
çiçekler gibi süsle,
Yapraklar gibi tazeleştir,
Meyveler gibi tatlandır...

Allah'ım! Bize öğrettiğin gibi
Babamız Adem(aleyhisselam) ve anamız Havva'yı Cennetten,
Şeytanın aldatmacalarına kandıkları için çıkardın...
Elbetteki bu, senin takdirindir,
Haşa şeytanın keyfine kalmış bir iş değildir.
Biliyoruz ki, bu sayede ancak hak edenler senin yakınlığına kavuşacaktır.
iyi ile kötü birbirinden ayrılacaktır.
Cennetinden sabırsızlığımız yüzünden çıkarıldık,
Tembelliğimiz yüzünden geri dönemiyoruz.
Rabbim! Beni ve eşimi de
Bu dünyadan Cennete dönmek için,
Birbirini hayra kaldıranlardan eyle!
Sabırsızlığımız yüzünden bizi birbirimizden uzaklaştırma!
Sabır ver bana ki; eşimi muhabbetimin ve şefkatimin cennetinde ağırlayayım
Tembellikten uzak tut beni ki; eşimi hiç sebepsiz sevindireyim,
Hiç karşılık beklemeden seveyim...

Allah'ım! Biliyorum ki Sen, rahmetinle İbrahim'in (aleyhisselam) tenini ateşe yaktırmadın,
Bende İbrahim (aleyhisselam) gibi sana teslim olmaya niyetlenmiş bir kulunum.
Besbelli nefsimin nemrutluğu ile İbrahim (aleyhisselam) kadar başa çıkabilmiş değilim,
Görünen o ki, kolayca da başa çıkamayacağım.
Nefsim, içimde sık sık inatçılığın ateşini körüklüyor,
Kalbimi kıskançlığın alevlerine savuruyor...
Nasıl ki İbrahim (aleyhisselam) Senden ateşi söndürmeni istememiş,
Ama bu ateşin içinde kalarak, kurtuluş istemişti...
Kulun ve elçin İbrahim (aleyhisselam) biliyordu ki;
Senin kendisine selamet vermen, ateşin söndürülmesi şartına bağlı değildir.
Rabbim! şimdi Sana, kulun ve elçin İbrahim'in (aleyhisselam) teslimiyeti hatırına yakarıyorum ki,
Beni, fıtratıma, sonsuz hikmetinin gereğince yerleştirdiğin inatçılığım ve kıskançlığımla bıraksan da,
Bu duygularımı benim ve eşim için "serin ve selametli" eyle!
Kıskançlığın ve inatçılığın ortasından bizi, mutluluğun ve sadakatin gül bahçelerine eriştir...
İnatçılığımı; evliliğimi yürütecek istikametli bir kararlılığa,
Kıskançlığımı; evlilğimi koruyacak sağlam bir kalkana dönüştür!...

Rabbim! Biliyorum ki Sen, kudretinle,
Musa'nın (aleyhisselam) asasının dokunduğu taşların bağrından billur sular akıttın.
Ben de, Musa   (aleyhisselam) gibi Seni, suskunluğun çöllerinde aramaya çabalayan bir kulunum...
Kulun ve elçin Musa'nın (aleyhisselam) eline katı taşları yumuşatıp,
Yaşlar döktüren bir asayı verdiğin gibi,
Benim de bakışıma ve duruşuma,
Eşimin kalbini yumuşatacak, dilindeki düğümleri açacak esrarı bahşet!
Sen, bana eşimin kalbinden, şefkatin yumuşaklığını tattır!
Eşimin dilinden, aşkın serinliğini taşır.
Beni ve eşimi anlayışsızlığın çölünden, muhabbetin denizine eriştir!
Beni ve eşimi kalbimin kıyılarına erişmekten alıkoyan,
Nefis firavununu kendi hırsının denizinde boğ.
Bize çok şeye sahip olmakla mutlu olunacağını telkin eden,
Daha çok tüketmekle huzur bulunacağını haykıran,
Tüketim sihirbzlarının yalanlarını,
Kanaatkarlığımızın yutup, yok etmesine izin ver...

Rabbim! Biliyorum ki Sen, rahmetinle,
İsa'ya (aleyhisselam) ölüleri diriltme muzicesi bahşettin.
Kalpleri ölmüş ve inançları yozlaşmış bir toplumu,
İhya etmek için, çürümüş tenlere tazelik bahşeden tecellilerini,
Elçin ve kulun İsa (aleyhisselam) üzerinden gösterdiğin gibi,
Bana da, eşimin aşkını canlandıracak aşk ver!
Dokunuşlarıma İsa'ya (aleyhisselam) bahşettiğin gibi diriltici sırdan bahşet!
Eşimi sevmek ve sevindirmek için çektiğim sancıları,
Hz.Meryem'in sancısı gibi bir İsa'ya (aleyhisselam) analık edecek bereketlerle sebep eyle!
nefsimize uymakla heba ettiğimiz günlerimizi,
Seni anmakla yeniden ihya et!
Gıybet ve boş sözle yaktığımız sevaplarımızı,
Tevbe ve özrümüz sebebiyle bize iade et!
Ettiğimiz kötülükleri, içten bir pişmanlıkla
Sana dönme vesilesi eyle de, rahmetinin dokunuşuyla
İyilikler olarak hesap et!

Rabbim! Sen ki kulun ve Resulün
Her türlü sevgi ve muhabbetin sebebi ve vesilesi olan,
Muhammed'e (Sallallahü aleyhi ve sellem); kocası hakkında fısıltıyla konuşan kadının sesini işittiğini,
Kitabında açıkça söylüyorsun.
"Muhakkak ki Allah’ım...Kadının sesini işitti"
Beni, benim kendimi anladığımdan daha iyi anlayan yalnız Sensin!
Beni, benim kendimi sevmemden önce de seven Sensin
Eşim hakkında dile getiremediğim,
Dile getirmekten çekindiğim,
Yüreğimin odacıklarında tereddütle sakladığım,
Ne kadar hayır dua varsa, sen kabul et!
Beni, benim söylediğimden daha fazlasıyla ancak Sen anlarsın!
Hâlim Sana ayandır, dilimden gelen ancak bu eksik beyândır...
(ÂMİN)

11 Eylül 2011 Pazar

Tarifsiz...


Böyle şey gibi, sahil kenarında oturmuşsun dalga sesleri olur ya...
Yok yok...

Böyle şey gibi, yemyeşil bir yerdesin kuş sesleri, huzur,temiz hava...
Yok yok, bu da değil...

Bir annenin yavrusundan ilk "anne" kelimesini duyması var ya...
Yok bu bile değil...

Tarifsiz bir ezgi, tarifsiz bir ritimsin sen;
Enstrümanını gözlerinde saklayan...

(Selim Akgün)

Yâr ile...


Biz ihtilâli, gözlerimize yârin gözleri dokununca olan şey bilirdik.
Yârin kaşını hafiften kaldırması muhtıra idi.
Kavga ise, yârin yüzüne bakıp bakamama arasında kendimizle yaptığımız savaşın adı...



10 Eylül 2011 Cumartesi

Evlenmek; BİZ olup BEN'den geçmek...

...
Çevreyolunda, ihtiyaç ve çay molalarının tadını çıkara çıkara yol aldığım o demlerin birinde, bir sapağa yaklaştım. Sapak nedir, diye soracak olanlar için açıklayayım: Anayol üzerindeki yol ayrımı. Bu şu anlama gelir: Her yanı asfalt, yağ gibi kayıp gittiğin o güzelim çevreyolundan çıkacak ve yolculuğuna başka bir yoldan devam edeceksin. Peki, sapağa dalıp girdiğin yolda neler bekler? Annemin tâbiriyle, “kazanmak ya da kaybetmek” bekler seni. Babamın tâbiriyle, “saçını ağartmak”. Ümran teyzenin tâbiriyle, “meleklikten uzaklaşmak”. Bir başkasının deyişiyle, “anyayla konyayı anlamak”. Kimilerine göre “imparatorluk” vardır ucunda. Kimilerine göre, aman canım, çevreyolunda gitmek sultanlıktır, sapağa girmeye ne gerek vardır…

Doğrusu, çevreyolu gişeleri, kabre çıkar. Zira adı hayattır. İşte o hayat içinde girilen belki en önemli sapağın adı ise evlilik. Kimileri için günlük güneşlik, bağlık bahçelik; kimileri için çölümsü bir kurak, ya da boğarcasına sulak… Önceki kadar rahat olmadığı için, araba zıplamaya, teklemeye, bazen de zorlanmaya başlar. Taşlar, dar geçitler, can sıkıcı manzaralar, eğlenceli ve oyalayıcı yeni tecrübeler, akıl edebileceğiniz edemeyeceğiniz nice sürprizli işler ve iç geçirişler, o sapağın ilerisinde yaşanması muhtemel durumlardır. Bence, “Evlilik sapağına girmek değil, o sapakta kalmak zordur.”

Annem, evlilik kumar gibi bir şeydir, derdi. Kazanacak mısın, keybedecek misin, bilinmez. Bazen, babama kızar, anneme acırdım genç kızken. Sonra ardından, anneme kızar, babama acırdım kimi zaman. Ahh, derdim, bu adam bu kadını nasıl çekiyor? Sonra, vahh, derdim, bu kadın bu adama nasıl dayanıyor? Bir gün anneme sormuştum, evlilik nasıl bir şey diye, şöyle cevaplamıştı:

“Kızım, evlilik şudur: Gün olur, o kadar kızarsın ki, bir kaşık suda boğup atasın gelir. Gün de olur, öyle coşarsın ki sevginden yiyesin gelir. İşte, bir öyle, bir böyledir”. E ya şimdi bunun bir ortası yok mu? Annem yok derdi. Belki, itidali tutturmuş olanlar da vardır.

“Ben” iddiasının bitmesi,”biz” sadâsının duyulmaya başlaması gereken yerdir orası. “Tek başına” olmaktan kurtulup, “can yoldaşına” kavuşma yeridir. Ben o sapağa girmiştim, baktım ki “biz” olamadık, baktım ki hâlâ “yalnızım” geri çıktım. Evet, kırk türlü tarif, en ateşlisinden kırk tane de münazara yapılabilir evliliğe dair. İyi de, deyin ki bana, şimdi ben bu konuda ne yazayım? Allah’ın en sevmediği helalmiş boşanmak, öyle duydum. İnceldiği yerde de durmaz, koparmış ipler, bu da vakıa… Bir yastıkta kocamak diye bir şey de varmış, vallahi onu da yaşamadım, bilmem, diyenlerin yalancısıyım.

Anlayacağınız, evlilikle ilgili konuşmaya ehil değilim. Madem ki bu hususta ehliyetim yok, ben de sözü Nurhayat nineye bırakayım. Onu hatırladınız değil mi? Hani geçenlerde, gençlerle yaptığı bir sohbetten bölümler aktarmıştık. Gelin şimdi de evlilikle ilgili sohbetinden alıntılar yapalım:

- Evlenen bir insan, önce “ben” demeyi bırakacak, “biz” demeye dilini alıştıracak. Madem ki hayatını bir başka insanla birleştirmeye karar vermiştir, o halde bunun getireceği her türlü yükü ve sorumluluğu, sızlanarak değil, seve seve omuzlarına alacak.

Allah aşkına analar! Alış veriş yaptığınız zamanlarda, oğullarınıza poşet taşıtın. Onlara her şeyi hazır vermeyin. Onları bir kadının ve birkaç çocuğun sorumluluğuna hazırlamak adına, biraz eğitin. Yarın gelinlerinizin âh etmesini istemiyorsanız, lütfen, “erkek” gibi oğul yetiştirin. “Nane molla”, “çıt kırıldım” tiplerden, adam olmaz ki “koca”olsa!

Ayrıca analar, lütfen kızlarınızı da, “oku, mesleğini eline al da, elin oğluna bakma kızım” mantığıyla büyütmeyin. Kızlarınızı “dilediğin zaman gel yavrum, ailen arkanda” sözleriyle, ayrılığa alıştırmayın. Söküğünü dikmekten, çorbasını pişirmekten aciz kızlar yetiştirmeyin. Gerçi, nerede beceriksiz, çorbasını ağzına götürmekten aciz kız var, onlar daha kıymetli olur ya, o da işin ayrı bir yanı. Siz o tarafa takılmayın.

Evlilik, bir ömrü bir arada geçirmeye ve bir yastıkta kocamaya söz vermektir. Gerçi, muhabbetleri kendilerinden önce ihtiyarlayan nice çiftin, yaşlanmadan ayrıldıklarına şahit olmuşluğunuz çoktur. Demek ki, muhabbeti kocatacak hatalar yapmamak gerek. Nedir bu hatalar? En önemlisi “ben” demekte ısrar etmek. Sonra, özür dilemede beceriksizlik sergilemek.

Güzel ahlaklı eşler, gönül aydınlığı olurlar. Ahlak deyince de aklınıza hemen, namus gelmesin. Vallahi kibirli kimse, hatasından pişman olmayı ve af dilemeyi bilen zayıf kimseden daha beterdir. O halde, tevazûya dikkat edin. Kimileri, Allah’ın veli kullarını bile beğenmeyecek kadar burnu havada gezerler. Deyin hele, evliyayı beğenmeyen, hanımını ya da beyini takdir edebilir mi? “Eline sağlık, hakkını helal et, kusur ettim affet, bir tebessüm lutfet” diyemeyen kişi, nasıl evlilik yürütebilir? Evladım, aman ha, çocuklarınıza mütevazi olmayı öğütleyin.

Geçenlerde bir dergide rastladım. Dul ya da bekar hanımlar; “çalışmazsak geçimimizi sağlayamıyor, ayakta duramıyoruz” diyorlarmış. Evli hanımlar ise “biz de sakinleştirici almazsak ayakta duramıyoruz.” diye yakınıyorlarmış. Ne yazık. Halbuki evlilik, yükün artması değil, iki tarafa bölünüp hafiflemesi demek olmalı. Maddi manevi güç birleşmesi olmalı. Ne oldu ki bu gençler şimdi, sakinleştirici ilaç almadan, ayakta duramayacak kadar halsiz düşüyorlar? Neye sıkılıyor, neye sinirleniyorlar? Söyleyeyim: Söz, nişan ve düğün olana kadar centilmenlik, cömertlik, iyilik, hürmet, saygı pozları takınılıyor. Oysa iş sağlama alındığında, yani evlilik gerçekleştiğinde, nezaket ve letafet, rafa kalkıyor. Tepe tepe kullanmak diyorlar buna ki, insanın, paspası tepmeye bile hakkı yoktur, hanımını ya da beyini o mantıkla kullanmaya kalkışması ne demek!?.

Oradan biri şöyle dedi:

- Nurhayat nineciğim, madem ki evlilik böyle çetin bir iş, en iyisi hiç evlenmeyelim biz. Rahatımızı bozmayalım.

Nurhayat nine cevap verdi:

- Hayır evladım. Böyle düşünmek doğru olmaz. Fakat şu şekilde toparlayabiliriz: Unutmamak gerekir ki evlenmek sünnettir ve bu da demek oluyor ki iyi bir şeydir. Buna karşın, evlenmek farz da vacip de değildir, bu da demek oluyor ki, olmazsa da olabilir.

Bundan seneler önce, bir arkadaşımız şöyle yakınmıştı: Müslüman biriyle evleneyim istiyorum. Taliplerim çıkıyor, görüşmeye gidiyorum, bana sorulan ilk soru, “çalışıyor musun?” oluyor. Neden, diye sorduğumda da, “ev alacağız, araba alacağız, siz çalışmazsanız, neyle alacağız”, diye cevaplıyorlar, demişti. Kocaman bir hayal kırıklığı içindeydi ve nerede hakiki Müslümanlar, diye soruyordu.

Elbet nice güzel huylu, dindar genç delikanlının da, “nerede milyarlarca lira tutarında eşya, altın istemeyecek, Fatıma huylu genç kızlar” diye inlediğini duyar gibi oluyorum. Ah ne bileyim evladım. Allah Teala, “iyileri iyilerle, kötüleri kötülerle karşılaştırırız” buyuruyor. Lakin imtihan dünyası olması hasebiyle, işte, iyileri kötülere, kötüleri iyilere yazdığı da vâki. Belki de en güzeli, “kötü” kelimesini lugatimizden çıkarıp, “imtihan” kelimesiyle değiştirmek olacaktır. Zira evlilik, en zorlu bir "nefs tezkiyesi dersidir".

Takdir etmeyi, hediye vermeyi, sevmeyi, saygı duymayı, hürmet etmeyi, emin olmayı, haber vermeyi, paylaşmayı, helalleşmeyi, insan yerine koymayı, belki de en önemlisi, hatasından ötürü özür dilemeyi ve gönül almayı bilen kişi, evli kalabilir. Zira şüphesiz, evlilik kararı vermek, evlenmek zordur; lakin evli kalmak daha da zordur…

“Yuvayı dişi kuş yapar” derler ya, onun da gücünün, sabrının bittiği nokta olur. Demek ki “erkek kuşun”, dişi kuşa her şekilde destek, yardımcı ve arkadaş olabilmesi gerekir. Evin direği erkektir derler bir de. Ama erkeğin de, betonu var, ahşabı var, çeliği var. Durduğu yerde sallanan direkten, eve ne fayda Allah aşkına. Erkek, çelik gibi kavi, ahşap gibi sıcak olacak ki dişi kuş da kendini güvende hissede.

Hazreti Aişe’yi bilirsiniz. Sevgili peygamberimizin hanımlarındandır. Birgün, vefatından seneler sonra, büyük bir kıskançlıkla Hz. Hatice ile ilgili olarak, “onun nesini sevdin sanki” gibisinden laflar ediverince, bakın o güzeller güzeli zevc, ne buyuruyor: “Yâ Âişe, bir daha sakın Hatice hakkında böyle sözler söyleme. İyi bil ki o benim kalbimin rızkıdır…” Ah evladım, ben bu cevabı duyduğum zaman, gönlüm, hazreti peygamberin ahlâkında bir eşi nasıl da özlemişti. İşte onun bu sözünü duyunca, içinde evlilikle ilgili sıcacık hisler uyanmayacak kaç kadın tanırsınız? Hangi kadın, böylesi bir vefa karşısında yok olmaz. Demek ki evin direğini sağlam yapan, aslen, yine kendi içinde taşıyacağı vefa ve minnettarlıktır. Kimse kimseyi zorla adam edemez. Kimse kimseye zorla vefa duygusu katamaz.

Sadece teknik birtakım ilişkilerden ibaret kalmış bir evililiğin yürümesini beklemek hayal olur. Ne yazık! Kimi erkekler, hanımlarına sadece, onlar kendilerine para verdiğinde tebessüm ediyorlarmış. Seviye meğer, ne kadar aşağılara çekilmiş. Suç altın olsa, kimse uzanıp elini sürmez. Gönlünde eşine karşı soğukluk duyan kişi, bundan sadece karşı tarafı suçlarsa, elbette ahmaklık etmiş olur.

Kimileri evlendikleri kişiyi yerden yere vururlar. Dost meclislerinde, aile ve akraba çevresinde, sürekli dedikodusunu yaparlar. Bir insanın, hakkında kötü kötü konuştuğu kişiyle, aynı yatağı paylaşması ne kadar da ahlaksızca bir tavır. De ki, madem o kadar kötü biriydi, ne demeye evlendin? Ha, baştan öyle değildi de, sonradan bozuldu, dayanamayacağın bir hâl aldıysa, “Allah ayrılmayı da sevmemiş; ama helal kılmış”. Böyle dedikodu edeceğine, boşan a benim evladım. Bu çok daha dürüstçe olur.

Kimileri ise evlendikleri kişileri methede ede bitiremezler. “Şu huyunu çok seviyorum, bu huyuna bayılıyorum, şöyle temiz, böyle kibar, aman da ne güzel, orası bilmem nasıl, burası bilmem ne şekil…” Allah muhafaza, bir de mahrem yönlerini methedenler var ki, ahmaklıktan koca bir cüz! Yahu mubârek, elâleme ne senin beyinin ya da hanımının marifetlerinden. Ne demeye reklamını yapıyorsun? Neticede o da bir insan işte. İlla ki hatası kusuru var. Ne diye göklere çıkarıyorsun? Hem, faraza ki göklere çıkarılacak biri bile olsa, lüzum var mı milletin nazarını, kıskançlığını, merakını celbetmeye? Sana nasip etmiş Allah, sana bağışlasın. Şükrünü eda edeceksen, kalk gece sessizce et. Böyle hiç soran yokken ona buna anlatmakla, hava mı atıyorsun, caka mı satıyorsun? Sakat işler bunlar a benim evladım.

Zaten, çok ilginç ya, böyle, durup durup reklam yapan tiplerin, genellikle örtmeye çalıştıkları çok büyük bir sıkıntıları olduğunu duyarsınız. Genellikle kadınlar, kocalarının büyük kusurlarını, reklam etmek suretiyle perdelemeye çalışırlar. Hele de aldatılmışlarsa…

Anlayacağınız evladım. Evlilik çocuk oyuncağı değildir. Pek mukaddes bir birlikteliktir ve ölene dek devam etmesi dilenir. O halde, her iki tarafın da bu şuurla başlaması, şeytanın fısıltılarına kanmadan, sabırla, güzel muameleyle, mezara kadar beraber gitmeye azmetmesi gerekir.

Yarı yolda bırakanlar için, söze bile hacet yok. Öylelerine Allah, olgunlaşabilecekleri farklı imtihanları zaten yaşatacaktır.

Âh alanın vâhı bitmez, vesselâm.

Neslihan Nur TÜRK



5 Eylül 2011 Pazartesi

ERKEK, NAMAZDA GÜZELDİR!


Erkek, namazda güzeldir.

Çünkü namazda tertemizdir erkek. Tüm uzuvlarıyla beraber, fikrini ve niyetini de yıkar abdest suları. Arınmışlığına misk kokusu eşlik ettiği için, en çok namazda huzur saçar.

Namazda örtülüdür erkek. Sadece bedenini değil, gözlerini ve gönlünü de kapatır her türlü mâsivaya. Bakışları ya ayaklarının, ya seccadenin başucunda… Gözlerini başka her şeyden alıp, Hakk’a çevirdiği anlardadır. Hem, bir heybet gelir üzerine. Siz, belki de onun her yanını gördüğünüzü, her sırrını çözdüğünüzü sanırsınız. Oysa, aysberg gibi, sadece dokuzda biridir görünen… Gerisi sır, gerisi gizem… Öyle bir yere dönmüştür ki yönünü, o taraflarda, tüm erkeklerin en güzeli olan Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem…

Kırk yıl önce içilmiş taptaze bir fincan kahvenin kokusuna mı benzetsek, yoksa sadece, bir ananın çok uzun yıllar önce kaynatıp getirdiği bir tas tarhanaya mı bilmiyorum; ama sebat ve sabırla günde en az beş vakit Kâbe’ye yöneldiğinde vefânın ve sadâkatin sembolüdür . Bu iki vasfı taşıdığı sürece güzeldir erkek.

Namazda olmak, buluşma yerinde vakitlice hazır olmaktır. Prensipli, titiz ve güvenilir olmaktır. Saniye sektirmeden vazifesini yapmaktır. Vakitlice seccadesinin başında hazır bulunduğu her an, tekrar tekrar, biraz daha kıymetlenir erkek. “Bela” sözünün eri olur, namazını aksatmayan adam. Niyeti Yâr ile kavuşmak olduğunda, sevdâsı da, sızısı da, arzusu da bir başka renge bürünür. Başka hiçbir şey için değil, Sevgilinin rızasını kazanmak umuduyla namaza her niyetlenişinde, biraz daha olgunlaşır ve nurlanır erkek.

Erkek namazda güzeldir.

Çünkü namazda ikrar eder aczini. O yiğit beden, başını hafifçe sağa eğip, küçüklüğünü idrak ve itiraf etmekle kalmaz da, hiçliğin içinde sanki yok olur gider. Seccade başında yok olması demek bir erkeğin, her secdede, yeni bir can bulması demektir. Takdir edilmeyi, yüceltilmeyi pek seven fıtratı, namazla erer, asıl takdire şâyan olanın, Hakk olduğu şuuruna. Namazla yokluğa her erişinde, bir daha doğar erkek. Öyle ki, o gürleyen şimşek gider de yerine, gözlerinden yaş damlayan mahzun bir bulut gelir… Namazda sessizce ağlaması bir erkeğin, Allah’ım, ne kadar da güzeldir! Hatta, tüm yiğitliğine rağmen, Rabbinin mutlak kudreti karşısında, çaresizlik ve acz içinde, hüngür hüngür, sarsılarak ağladığında da ne kadar güzel…!

En az onun kadar güzeli, dimdik bir kıyamdır ki, eğer hayatının tümüne yayılmışsa bu duruş, ne âlâ! Emanetine sahip çıkarken, haksızlık karşısında susmayıp, cesaretle hakkı haykırırken, kötülükleri men ve iyilikleri emrederken güzeldir erkek. Namazı bilmeyen, kıyamın hakikatini nereden bilsin? Korkup bir köşeye sindiğinde değil, kıyamı bildiğinde erdir erkek! Edepsizlik ve densizlik karşısında ödlek bir tavırla kenarlara büzüşmeyen, susmayan ve davranan adamdır adam!

Dilinde ayetler dolandıkça sohbeti koyulaşır Yâr ile… O en güzele hasretle dolduğu ve diğer güzellere, helal dairesi dışında “yüz ve cesaret” vermediği zaman güzeldir erkek.

Hele söyleyin, kim görmüş bir dağın eğildiğini? Oysa işte, bir erkeğin rukûsu, bir dağın, yaratanı karşısında eğilmesine değil de, neye benzer? Koca bir dağdır erkek. Heybettir, namdır, şandır! Ve namazda haline hâl, dalına dal eklenen, koca bir çınardır!

Alnını secdeye koymuş, orada huzur ve sekinete ermiş, hakiki aşkın acısıyla saçlarına ak düşmüş, kusurunu ve günahını bilip tevbeye azmetmiş bir erkek; burnundan kıl aldırmazken, göğsündeki ve yüzündeki kılları aldıran acayip huylu kadınsı adamlarla nasıl kıyaslanabilir ki? O, gözlerinden sakalına inmekte olan her bir damla ile biraz daha kemale erer. Başı yerde, secdedeyken, durmadan yükselen bir ay gibi, ısıtan ve aydınlatan bir güneş gibidir.

Babadır, kardeştir, ağabeydir, yârdır erkek. Rızık peşindeyken, cephedeyken, hizmetteyken, evindeyken; ama ille, seherde kıldığı namazın ardından, son oturuşunu yaparken güzeldir. O oturuş ki dinlenmelerin içinin bile tefekkür, şükür ve duayla dolu olduğunun göstergesidir. Her namaz, bir halvettir. Her seher bir vuslat. Halvet içre hasretle dolduğunda ve ham meyve iken değil, olduğunda güzeldir erkek!

Yerince celâl, yerince cemâl sunduğunda, ellerini göğe açıp, gönülden yalvardığında… Utanılacak yerde arsız olmadığı, fitneye kanmadığı, asil ve yürekli; cesur ve sürekli olduğunda güzel…

Sağına, soluna, tüm muhataplarına tebessüm ve tevazu içinde selam verdiğinde; ardı, önü, bugünü ve dünü için rahmet ve teselliye dönüştüğünde adamdır. Sezon âhır zaman sezonu olduğundan mıdır nedir, sayılıdır, nâdirdir ve mumla aranandır!

Erkek namazda güzeldir.

Zira namazda teslim, yani Müslümandır! Gizlisi saklısı kalmaz ya hani huzurda, o vakit, yüzü utangaç bir kız gibi kızarır da “estağfirullah” der. İşte o anlarda; pasından, çamurundan, kirinden temizlendiği o zamanlarda güzeldir erkek. Hayır! Kuaförlerde saç sakal kazıttığında, gran tuvalet giyinip caka sattığında, yatlar, katlar aldığında değil; nimetin kaynağına yönelip, şükürle ve hakkıyla şükredememenin verdiği fikirle, Allah için cömertçe paylaştığında güzeldir.

Kimselere dökemediği sırlarını ve sıkıntılarını Rabbine arz ettiği, O’nunla dertleştiği ve derdini o kavî omuzlarına yakışır bir şekilde, sebatla taşıdığı zaman erdir erkek! Zoru gördüğünde kaçmaz, mahremini ortalığa saçmazsa kıymetlidir. Şefkatle dolduğu, haddini bildiği, Züleyhalar karşısında serin ve iffetli kaldığı vakit adamdır.

Masasına konan rüşvete yan gözle bile bakmadan, alnının teri, bedeninin feri ile kazandığı; çalmadığı, çırpmadığı ve neslini tek bir haram lokmanın bile zararından korumayı başardığı zaman güzeldir erkek.

Akıllı bir akla, derin bir duyguya sahip olduğu zaman has; sadece yerlerde değil, fezada da dolaştığı zaman havastır. Bu sözümle elbette aya çıkmaktan, Mars’a gitmekten bahsetmiyorum. Arştır bahsim. Arşın Sahibi’ne yaklaşmaktır. Ona buna değil, Allah’a kul olduğunda ve sadece heybetiyle bile edepsizi durdurduğu, edepsizliği son buldurduğunda adamdır erkek! Hayır! Boy ile posla değil, inançladır heybet! Yok! Kol ile kasla değil, imanladır kuvvet! Soy ile sopla değil, namusunu korumakla asâlet!

Bir yandan çocuktur; saftır, durudur, duyguludur erkek. Çünkü işte, anasının bebesi, torununun dedesi, müridinin efendisidir. İnanmayan baksın bir kere daha! Dolunayın halesi, şehirlerin kalesi, gariplerin kimsesi, lâl olmuşların sesidir. “Yâ Allah” dediğinde, merhamet ettiğinde, kaşını çattığında, gözleri güldüğünde güzeldir. Vakarının içini hüzün süslediği, tek bir bakışıyla sürur yüklediği vakit güzeldir. Zaten, yoktur ki onun hayırla dolmayan bir zamanı. Uykusunda bile, çobanı olduğu kimselerin derdiyle sayıkladığı, mükellef sofralardan bir tas çorba ile doyup kalktığı, nehir olup, kurak topraklara aktığı zaman güzeldir erkek! Kapıdan içeri girdiğinde germediği, en yakınlarını bile her fırsatta alçaltıp yermediği, aklı fesatlığa ve hileye ermediği zaman güzeldir.
...

Neslihan Nur TÜRK


2 Eylül 2011 Cuma

BENİM KURBANIM DA SENSİN YUSUFUM

Ne senin adın Yûsuf, ne de ben Züleyhâ’yım.
Sanma ki ellerimden yırtılacak gömleğin...
Lâkin bir gün Züleyhâ olup gelirsem sana,
Yûsuf gibi karşıla, asil, iffetli, serin...

&

Elinde şişleri, siyah bir iple atkı örüyordu. Sonbahar yağmurları başlamış, kış yaklaşmıştı. Hazırlık yapmak gerekirdi elbet. Kimin içindi bu atkı? Canım bu da soru muydu, tabii ki kurbanı için. Bunu duyan bazı komşuları, onunla eğlendiler:

“–Yaşın da geçkin değil; ama erken bunadın galiba…” dediler.

Öyle ya, hiç kurbana atkı örülür müydü? Bugüne kadar nerede görülmüştü, kesilecek kurbanın boynuna atkı dolandığı… Bu kadın bi âlemdi canım. Ya ne dediğini bilmiyordu, ya da kendi çapında milleti güldürmeye çalışıyordu. Zaten ne düşündüğünün de önemi yoktu. Gülüyorlardı ya işte bu vesileyle… Oh, ne güzeldi.

Bu zavallı kadın zaten günlerdir, olmayan kurbanını sevip duruyordu. Parası yoktu ki, koç ala. Yine de, “Koçum benim, canım benim!..” deyip duruyordu. Bir de durmuş, olmayan koça deli gibi atkı örüyordu:

–Dört düz, iki ters, dört düz, iki ters… Dön öbür sıraya… İki düz, dört ters, iki düz, dört ters… Dön öbür sıraya… Tersler düz, düzler ters…

Doğrusu tam da kendine göre bir işti bu yaptığı. Komşu kadınlar:

–Örgü de örmese iyice dellenir bu, diyor, kendi kafalarında onu, aklını yemiş bir gariban olarak düşünüyorlardı. Söyleyin Allah aşkına, hangi “aklını yemiş”, çevresindekilerin laflarına kulak asar? O da bunların sözüne bakmıyordu ya, e tamam işte, kesin onlardandı. Bu zanlarına öyle de inandılar ki, bizimkinin adını deliye çıkardılar. Madem öyle, artık biz de ondan “bizim deli” diye bahsedelim. Nasılsa kendisi de itiraz etmiyor, böyle denmesine… Ve şimdi bakalım neler söylüyor kıymetlisine:

–Kurbanım, bak atkını yarıladım. Her sırada sayıyorum dört düz, iki ters, diye; ama biliyor musun, aslında tersi düzü yok. Uzaktan şöyle bir bakıyorum, ikisi birbirini tamamlayıp model oluvermiş. Ters; bana göre. Düz; terse göre. Zaten, öbür sıraya geçince, tersler düz, düzler ters oluveriyor. Anlayacağın, bugün öyle görünen, yarın böyle görünebiliyor. Hani sen derdin ya, «Hiçbir şey göründüğünden ibaret değildir.» diye, işte aynen öyle… Ama canım, seninle sohbet ederken de başka bir iş yapılmaz ki… Seninle konuşurken, o güzel gözlerine dalıvermek gerekir. Dur dur, şişleri bırakayım da geleyim.”

Bizim deli, böyle söyleyip diğer odaya geçti. Şu komşu kadınlar haklı olmalıydı. Ortada ne koç, ne koyun… Kurban nâmına bir şeycik yoktu. Zaman kaybetmeden geri döndüğünde, az önce yarım bıraktığı sohbetine devam etti:

–Sen benim kurbanımsın Yusuf’um! İbadetim, seni hak sahiplerine dağıtmaktır. O kadar haksın ki, bak, pırıltısına dayanacak gücü bulup gözlerine uzun uzun dalamıyorum. Ben biraz, (ille de görmek istediğinde) Hakk’ın «O hâlde dağa bak!..» buyurduğu ve dağ, nazar ile yerle bir olunca, o heybetten bayılıp düşen Mûsa gibiyim karşında…

Öylesine O’nunsun ki, ne kadar içimde de olsan, ne kadar canımdan da sakınsam seni, emre uymakla mükellef ve bu mükellefiyetten (bazen zorlansam da) memnûnumdur. Bana O’ndan, rahmet olarak geldin; fakat benim değilsin, bende emânetsin…

Ey, bana Hak katından gönderilmiş “koç gibi Yusuf’um!” Seni nefsim için harcarsam, hiç Allah bundan râzı olur mu? Sen bana, hak sahiplerine dağıtmam için emânet edilmişken, saklayıp kendime ayırırsam Allah sormaz mı? İşte bu yüzden, geldiğin günden beri (haberin bile yokken) belki yüzlerce kere, gözlerini bağladım da, canın hiç yanmasın diye, en keskin bıçaklarla, en çevik darbelerle kestim de dağıttım seni…

Ona buna pay edip sunmak, hiç de kolay olmadı. Aslında çok canım çekti. O senden payını alanlar, neşe içinde evlerine girdiği vakit, hatta yandı bile içim. Ben de insanım değil mi ya, ben de nefs taşıyorum. Üstelik bir de seni seviyorum. Ama hani emânettin ya; bana haram, başkalarına helâldin ya, orada durdum. Orada durmalıydım be koçum. Zira oradan öteye geçtiğim vakit, emânet olarak da kalamazdın bende…

De ki, yokluğuna dayanmak, kolay mı sanıyorsun? Hayır, değil! Fakat ne vakit daralsam bu zorluktan, «dağıttıkların bizim oldu yâ Âişe» diyen ses yankılandı kulaklarımda hep… “Yediğimiz değil, dağıttığımız bizim oldu”. Hani bir kurbanın etini ikram etmişlerdi de, onlara kala kala tek bir kürek kemiği kalmıştı. Durumu görünce böyle demişti Güzeller Güzeli. Ve eklemişti güzellerden biri: «Yediğimiz dışarıya, dağıttığımız Arş-ı Âlâya çıkacak…» Arş-ı âlâya çık istedim. Hep bunu istiyorum. Hiç gitme, hiç ayrılmayalım, hiç düşme yerlere... Düşme sevdiceğim…

Hem zaten bana acın, hasretin, başkalarının yediğinde bile alamadığı lezzetin kalıyor ya… Sahi, o komşularım belki de sende kusurlar görüyor, seni küçümsüyor, ne bileyim belki, senin kadrini bilmekte ciddi gafletler yaşıyorlar da, sana olan hasretim, beni tüm bunlardan uzak tutuyor. Tabiî ya, öyle olmasa, hakkında onca şiiri, onca methiyeyi nasıl yazardım. Böyle olmasa, yıllar sonra gözlerine bakmaktan hâlâ, nasıl aynı tadı alırdım. Yusuf gibi güzel koçum benim! Seni özlemek, seni her sene bir değil, binlerce kez kurban edip, ardından bayramlar etmek ne acıklı ve ne özel…

Başkaları gibi para-pul sayıp almadım seni. Sen benim pullar ötesi kıymetlimsin. İşte bu yüzdendir başka bir şeyi değil, seni kurban edişim… Cennet hiç ucuz değilmiş. Yoksa şüphesiz ben, nefsime tâbî olup sana doymayı da pek iyi bilirim. Ama mesele doymak değilmiş… Mesele doyamamakmış, kanar dururken bir yandan, kanamamakmış. Bir varmış, bir yokmuş sevdiğim… En güçlü vuslat ânının içinde, dağlar gibi koca bir hasret varmış…

Bu dünya, açlıklar mekânıymış. Bakıyorum da zaten, doyduğunu söyleyen kimse, neredeyse yok. Kimi yemeye, kimi gezmeye, kimi paraya, kimi makâma aç. Herkeste bir doyumsuzluk var gibi. Bir avuç toprağını bekliyor insan… Evi olan daha kocamanının, eşi olan ikinci bir hanımın, parası olan daha fazlasının, yemeği olan midesindeki gazının derdinde…”

&

Tam bu sırada, komşu kadınlardan biri çat kapı çıkageldi. İster istemez kapıyı açtı bizim deli.

Kadın, meraklı bakışlarla:

–Aman komşu, dedi, koçum, kurbanım, Yusuf’um filan, bir şeyler sayıklayıp duruyorsun. Yani günlerdir, duvara kulaklarımı dayamaktan bir hâl oldum, dinlemeye devam edecektim; ama dayanamadım, koştum geldim, anlat hele ne bu mesele. Meraktan çat diye çatlayacağım ayol!

Bizimki zaten, öyle konu komşuya laf anlatmaya meraklı olaydı, elbet vakitlice hepsine haber eder, konuşmalarını onlara hitâben yapardı. Oysa böyle bir talep bile onu bunalttı.

–Çay içesin varsa ikram edeyim. Meyve yiyesin varsa dilimleyeyim. Gez bak, evimde beğendiğin bir eşya varsa, hediye edeyim. Ama koçumu kurbanımı, ne sen sor, ne ben söyleyeyim. Hadi şimdi diyeceğin başka bir şey yoksa, seni kapıya buyur edeyim, dedi.

Komşu kadın, az bozulur gibi oldu, ama nicedir gözüne kestirdiği örtü hediye edilince kendisine, merakını unuttu, çıktı gitti. Bizimki o gidince, sohbetine devam etti:

–«Oh, yâ Rabbi, şükür! Bana da şu dünyada, başımı altında güvende tutacağım bir çatı nasip ettin!.. Şükür ki, bugün soframda, sıcak bir tas çorba lûtfettin, daha bu dünyada ne isterim.» diyen kaç kişi gördüm, bilmiyorum? Ne vakit bir hastalık, ayrılık, ölüm ya da âfet gelecek, o vakit insan elindekinin kadrini bilecek… De hele Yusuf’um, kadrini bilebildim mi?

Yüzüne bakınca, iyi ki de payıma, sana hasret kalmak düşmüş, diye geçirdim yine içimden… Zira öyle olmasaydı, belki de güzelliğini böyle açık seçik göremeyecektim. Hasret adamın gözünü açar. Belki de bu sebeptendir Rabbimin, bir ömür boyu cemâline hasret bırakıp ucundan kenarından, perdeler ardından görünüvermesi… Belki de bu sebepten bir ömür boyu, «hasretiyle gönül gözlerimizin kendisine temelli açılması için» mühlet vermesi…

E tabiî, bakmaca-görmece, ağlamaca-gülmece, gelmece-gitmece, yanmaca-sönmece, sevmece-sevilmece, sanmaca-kanmaca! Yanmaca! Yok yok, bölmece… Alıp emânetleri bölük bölük hak sahiplerine vermece... Bunu yaparken bazı yenmece, bazı yenilmece. Yine lâf oyunlarına başladım bak. Ne yapayım; dünya hayatı işte, alt tarafı bir oyun ve eğlence… Çocukla, malla, mülkle, yükle vakit geçirmece… En tatlı oyunum eğlencem, en tatlı rüyam sensin kurbanım!

Sen olmasan da, sevdiğim herhangi bir başka şey olsa dağıttığım; mesela yemek, su, vakit, olsa da, kendim için ayırmayıp, bir başkasının hizmetine sunsam, kendim için değil de kardeşlerim için saklasam, kullanmasam da bölüşsem, hibe etsem, işte o vakit, feda ettiğim o şey ne ise, yine adı “kurban” olurdu. Ama en hayırlı kurban, fedâ ederken içini en çok yakan, sana en kıymetli, sanki canın gibi olandır. O hâlde sen, benim hayırlı kurbanım! Seni sevdiğimi ve sırf bu sevgiden ötürü dağıttığımı bil de ses etme. Zira pek yiğit, pek kavî görünürüm ya, sen azıcık inleyecek, azıcık zaaf gösterecek olsan, belki bu, gönlümde sana karşı birikmiş hasret yüzünden hataya düşmeme, zarara uğramama sebep olur. Ne olur bana, «kılın bile kıpırdamadan kurbanlığa râzı olmakla» yardım et…

Say ki ben, sana pek düşkün bir Züleyhâ’yım. Say ki sen, bana meyyâl Yusuf’sun… İşte, Yusuf’un Züleyhâ’ya yaptığını yap. Hani o, arkasından gömleğine asıldığı vakit, kesin bir kararlılıkla kaçmayı yeğlemiş, seveninin zaafı karşısında sağlam bir tavır sergilemekle, aslında sadece kendini değil, özellikle Züleyhâ’yı koca bir çukura yuvarlanmaktan kurtarmıştı. Sanır mısın ki, Yusuf’un kaçışı meyilsizliğindendi. Hayır, bilâkis Yusuf, meyli olduğundan Züleyhâ’dan kaçtı. Seven, sevdiğine zarar vermemek adına, bazen herkesten daha fazla sevgilisinden kaçar, uzaklaşır… Zaten, onun bu samimiyeti bereketiyle, ölmeden önce vuslat nasip olmadı mı ikisine?!

Sana benim elimden bir zarar geliverirse, yaşayacak hâlim mi kalır kıymetlim… Ey benim «Hızır»ım! Ey benim gözlerimin önünde dilediğim her an «hazır»ım! Sana dedim: Sen adam gibi mâşuksun! İşte bu yüzden, kurban dendi mi aklıma ilk sen gelirsin. Lâkin, yine de seni gözümde dağ etmem. Seni çok severim. Ama severken o küçük, zayıf, günâhlı, âciz hâlinle severim. Zira bu güne dek, kimi ya da neyi gözümde dağ ettimse yerle bir oldu, dağıldı gitti. Yıkılan dağların ardından görünen biricik güneş, Hak idi. Baktım ki, sen zaten Hak karşısında yıkılmış, yok olmuş bir güzelsin. Gördüm ki, sen ona «Sevgilim» dersin. O hâlde, «Züleyhâ’n» olmaktan gocunmam. Bilâkis, hakkında dedikodu ederek sefilleşen halka acır, Züleyhâ’ya gıpta ederim ki, Yusuf gibi bir güzele meyletmek, ona nasip olmuştur. Vallahi, sana meylin her türlüsü de güzel…"

&

Bu sırada hava çoktan kararmış, insanların çoğu uykuya dalmıştı. Bizim deli:

–Şimdi ibâdetin vaktidir. Gözlerden uzak, dağıtayım seni…” dedi.

Sonra sessizce ve içi parçalanarak, böldü, dağıttı; koç, üzerine düşeni güzelce yaptı, kılını kıpırdatmadan ve tebessümle, sadece seyretti… Kurban etmek de, edilmek de has nasiptir şüphesiz. Hem, pek feyizli bir ibadetti demek ki, ikisinin de gözlerinden yaş aktı… Sonra atkıya takıldı gözü bizimkinin. Zaten pek yorgundu.

–Düzü-tersi bir işte, dedi.

Hani, çok çekince artık duymaz olur ya insan acıyı, buna benzer bir hâle büründü gönlü. Sustu… O dem bir güzel yağmur yağdı ki, sanki “Kurbanını kabul ettim kulum!” der gibi Rahmân…

Şimdi bilmem, kim için ne anlama geldi bu koç, kurban, Yusuf meselesi. Zaten (komşu kadının hesap) aslında “bizim deli”nin zırvalarından çok, evdeki bir örtüyü ya da atkının bitmiş hâlini merak ediyorsa birisi, ne diyelim, dört düz, iki ters… İki düz dört ters… Anlamak isteyene, sadece Yusuf değil, zırva da, örtü de, örgü de ders…


Neslihan Nur TÜRK