...
Bana gelince, benimkisi bir günahkârın günlüğü. Yırtık pırtık.
Bıçağı elinde tutan değilim ben. Kimseyi görmedim düşümde. Görüldüm. Ne rüyam var benim, ne önümde bir kurban.
Dedim ya, görülenim ben. Bıçağı elinde olanın ayaklarının dibine düşecek olan. Tutan değil, tutulan. Cazibem yok, meczubum çünkü.
Çağırmana gerek yok, kendim gelirim. Kendiliğimden. Bir bakışınla kan kesilirim. Saklama bıçağını, hakikaten incinirim.
Okşasın da bıçağıyla okşasın sevgili, derim, hiç şikâyet etmem, elinin tenime her değişinde cânına can veririm.
Sana ancak gözlerin kapalıyken görünürüm.
Gözlerini açarsan, dayanamam ey yâr, hemen ayaklarının dibinde ölüveririm.
«Dücane Cündioğlu»
«Yabancısı oldum; ama yalancısı olmadım hayatın...»
19 Haziran 2013 Çarşamba
Evlendiğim dul kadının 18 yaşında güzel bir kızı vardı. 7 yıl önce ölen anneme hâlâ sadık olan babamla bu kız sürpriz bir kararla evleniverdiler. Böylece babam damadım, üvey kızım da annem oldu. Üvey kızımın üvey oğlu, öz babamınsa kayınpederi pozisyonundaydım artık; babamın gelini olan karım aynı zamanda kayınvalidesi, benimse anneannem haline gelmişti. Biricik karımın torununa dönüşmüştüm! Kısa bir süre sonra babamla üvey kızımın bir oğlu oldu. Bu çocuk babamın oğlu yani kardeşim, kızımın oğlu yani torunumdu: hiçbir zaman çocuğum olmamıştı ama torun sahibiydim; baba değilsem de dedeydim! Derken karım da bir oğlan çocuğu doğurdu: babam böylelikle bir torun - kayınbiradere kavuştu. Çocuğum, dedesine enişte, ablasına babaanne diyebilirdi. Kendi oğlum, bir bakıma dayımdı. Birkaç yıl sonra kızımız dünyaya geldi. Babamın ikinci torunu, baldızı konumundaydı. Ne hikmetse eşimin kızı da bir kız doğurdu: nur topu gibi bir teyzem oldu yani…
İntihar etmeye niyetleniyor ve/ fakat ölümümü duyuracak gazete ilanında ve hele mezar taşımda yazacakları düşününce vazgeçiyordum. Ayrıca, damadımı öldürsem baba katili olacaktım; karımın, aramızda hiçbir kan bağı bulunmayan kızını temizlesem, annesini vuran hain evlat olarak anılacaktım; karımı boğazlasam annem öksüz kalacaktı! ...
«Murat Menteş»
«Murat Menteş»
:)
18 Haziran 2013 Salı
Çok güzelsin, ben bu kadar sevemem...
Oysa sahip olduğum en büyük ordu
sadece “sen”den oluşuyordu..
…………………………………………………………………………………………..
gördüğümüz şeyleri gördük mü gerçekten
eğilir, yerden bir zeytin tanesi alır gözlerin.
gözlerin; o siyah gül, geceye rengini veren.
gece, alnıma ıslak mendil bırakan ellerin,
ellerin, bilmediğim bir şarkı çalıyor, neden sevgilim.
inceliyor sesin
daha önce hiç bakmadığı işlek caddeleri
ortada tohum bile yokken açan çiçekleri gören gözlerin nerede
söylesin şimdi o günler aklımı şakaklarımda gezdiren
neden peşinden koşma hissi verir bir tren
içindekine asla yetişemeyecekken
sorun sende değil bende dedim kendime
sıkıntıdan bir zırhım var, kaşındırır, neşe işlemez.
yaşamıyorum artık
böylece kimse beni öldüremez
…………………………………………………………………………………………..
Ünlü bir harf bile olmayı istemem
saçlarım dökülürse yerine kuş dikersin
tanrı ve devleti herkes gizli sever
beni sevdiğini söyleyebilirsin.
Kafesiyle uçan bir kuştur yüreğim şimdi
bir düşünceyle gel pencereme…
uyanırız ben üç deyince..
bir
iki…
…………………………………………………………………………………………..
Ben bunları yazmadım, buldum..
terk edilmiş ve bakımsız, kalbimde..
…………………………………………………………………………………………..
Demiştim:
çok güzelsin, ben bu kadar sevemem.
…………………………………………………………………………………………..
Eli ayağına dolaşıyor,
Allah’ım ne güzel düğüm.
«Muzaffer Serkan Aydın»
sadece “sen”den oluşuyordu..
…………………………………………………………………………………………..
gördüğümüz şeyleri gördük mü gerçekten
eğilir, yerden bir zeytin tanesi alır gözlerin.
gözlerin; o siyah gül, geceye rengini veren.
gece, alnıma ıslak mendil bırakan ellerin,
ellerin, bilmediğim bir şarkı çalıyor, neden sevgilim.
inceliyor sesin
daha önce hiç bakmadığı işlek caddeleri
ortada tohum bile yokken açan çiçekleri gören gözlerin nerede
söylesin şimdi o günler aklımı şakaklarımda gezdiren
neden peşinden koşma hissi verir bir tren
içindekine asla yetişemeyecekken
sorun sende değil bende dedim kendime
sıkıntıdan bir zırhım var, kaşındırır, neşe işlemez.
yaşamıyorum artık
böylece kimse beni öldüremez
…………………………………………………………………………………………..
Ünlü bir harf bile olmayı istemem
saçlarım dökülürse yerine kuş dikersin
tanrı ve devleti herkes gizli sever
beni sevdiğini söyleyebilirsin.
Kafesiyle uçan bir kuştur yüreğim şimdi
bir düşünceyle gel pencereme…
uyanırız ben üç deyince..
bir
iki…
…………………………………………………………………………………………..
Ben bunları yazmadım, buldum..
terk edilmiş ve bakımsız, kalbimde..
…………………………………………………………………………………………..
Demiştim:
çok güzelsin, ben bu kadar sevemem.
…………………………………………………………………………………………..
Eli ayağına dolaşıyor,
Allah’ım ne güzel düğüm.
«Muzaffer Serkan Aydın»
10 Mart 2013 Pazar
Ara...
Askerlik dolayısıyla uzun bir zamandır yazı ekleyemiyorum ve Mayıs - Haziran ayına kadar da ekleyemeyeceğim. Duâ eder duâ beklerim...
13 Kasım 2012 Salı
Şeytanî Tesettür
Tesettür ikiye ayrılır: Şer'i tesettür, şeytani tesettür.
Şer'i tesettür fıkıh kitaplarımızda yazılıdır.
Merhum şehid İskilipli Atıf efendinin bu konuda güzel ve çok faydalı bir kitapçığı vardır.
Şer'i tesettürün özellikleri nelerdir:
1. Yabancı erkeklerin şehvetli bakışlarını ve dikkatlerini üzerine çekmez.
2. Vücud hatlarını gizler.
3. İslam kadınlarını yükseltir.
4. Zarif ve güzeldir.
5. Sadedir, ucuza mal olur.
Şeytani tesettürün özellikleri:
1. Şehvetli bakışları açık kadın ve kızlardan daha fazla çeker.
2. Dardır, vücut hatlarını gösterir.
3. Alaca bulaca, göze batıcı renklerledir.
4. çok masraflıdır, israfa sebep olur, israf ise haramdır.
5. Rüküştür.
Bugün ülkemizde şeytani tesettür bir sektör haline gelmiştir ve yekun olarak büyük paralar dönmektedir.
Şeytani tesettür israfa yol açtığı için haramdır.
Kur'ana, Sünnete, fıkha uygun şer'i tesettür farzdır; şeytanitesettür haramdır.
Türkiye Müslümanları yeteri kadar medeni Müslüman olsalardı şeytani tesettür olmazdı.
Şu rezalete bakınız:
Tesettür defilesi yapılıyor... Birkaç gün önce bikini mayo modelleri teşhir eden mankenler kiralanmış, sözde tesettür kıyafetleri sergileniyor...
Ortada podyum... Hoparlörlerle 120 desibel şiddetinde rock müziği...Podyumun iki tarafından gözleri fıldır fıldır erkekler, açık kadınlar, sözde tesettürlü kadınlar, gazeteciler, fotografçılar, kameramanlar... Mankenler podyuma çıkıyor. Topuklarıyla yerlere rap rap rap basarak salına salına yürüyor...
Yahu böyle tesettür olur mu?
Bunlar Kur'ana, Sünnete, Şeriata tamamen aykırı şeylerdir.
Maalesef Türkiye İslamcıları tesettürün de cılkını çıkartmışlardır.
« Mehmet Şevket Eygi »
8 Kasım 2012 Perşembe
SEVGİLİLER GÜNÜ (!)
Evliler günü yok, nişanlılar günü yok; fakat sevgililer günü var. Her ne kadar evliler de sevgililer gününü kutluyorsa da boş yere kendilerini aldatmasınlar, gün sevgililerin günü; sevenlerin günü değil.
Yani nikahsız birlikteliklerin günü. Evliliğin sorumluluğundan kaçan, fıtratındaki karşı cins arzusunu sorumluluk almadan, her an bırakabilme keyfiyeti ile yaşayanların günü. “Evlilik aşkı öldürür.” sloganının ardına sığınıp, sevdiğinin yanında olmayışını şiirsel anlatımla maskelemeye çalışanların günü. Zinaya niyet edenlerin günü. Zinaya yaklaşanların günü. Evlilik yerine zinayı tercih edenlerin günü.
Peki bizim gibi Müslüman toplumların böyle günlere ihtiyacı var mıdır? Yoktur tabii ki; fakat galiba artık olacak. Neden? Batıyı bu kadar taklit ettiğimiz için günlerini de mecburen almamız gerekecek. “Daha modern olalım” diye batıdan aldığımız, evliliğin köküne kibrit suyu dökecek kanunlar olduğu sürece, daha çok ihtiyacımız olacak bu günlere. Gittikçe bu sorumsuzluk günü, zaruret gününe dönüşecek gibi. Neden mi?
Okurum Bilal bey, batının bize sirayet etmeye başlayan durumunu çok iyi anlatmış:
“Amerika birleşik devletlerine staj yapmak için gitmiştim. Beraber çalıştığım 35-36 yaşlarında bir siyah arkadaşım, bir ara iki çocuğu olduğundan bahsetmişti. Sonra ben ona evliliklerle ilgili bir şey sorduğumda ‘ben evli değilim’ demişti. ‘Bana iki çocuğum var, demiştin boşandın mı?’ diye sorduğumda ‘hayır’ dedi. Sonra da ‘Biz birlikte yaşıyoruz, evlenmek burada zengin insanların işi’ dedi. İlk önceleri anlayamamıştım; ama beyaz boşanmış bir Amerikalının karısına nafaka ödememek için çalışmadığını, bunun için de haftada iki kez iş bulma kurumuna gittiğini görünce anladım. Sonuç olarak; Amerika'da zenginler evlenip düzenli bir hayat kurarken, fakirler birlikte yaşıyorlardı. Eskiden Türkiye’de fakirler evlenir, düzenli hayat kurarken, bazı zenginler böyle birliktelikler yaşarlardı.
Ama artık Türkiye'de de ekonomiyle ahlak birbirine linklenmeye başladı. Bakın mesela evlenmek gibi meşru bir şey ne kadar zor artık ülkemizde. Güzel bir ev tutacaksınız, iyi bir işiniz, iyi bir arabanız, düğün ve balayı paranız olacak. Eşiniz sizden ayrılınca maddi manevi bitmeyi göze alacaksınız… diye gidiyor. Fakat gayri meşru ilişkilerde nedense bunlar aranmıyor. Bir çay bahçesi, bir-iki güzel muhabbet yetiyor. Bir medeniyetin batmak üzere olduğunu tam buradan anlarsınız. Meşru olan, gayrimeşrudan kat kat zorsa, o medeniyet çöküyordur.”
Bilal beyin anlattığı gibi, bu evlenme ve boşanma işi batıdan gelen kanunlarla erkek açısından bu kadar külfet haline gelmeye başlayınca erkekler evlenmek istemeyecekler; kızlar istedikleri halde evlenemeyecekler.
Sevgililik ayaklarına zina yaygınlaşacak. Artık küçücük çocukların bile sevgilileri var. Sevgilisi olmayan gençler utanıyorlar, tercih edilmeyen kişi olduklarını düşünüp. Sevmeyi bilmeyenler, sevgili olmayı öğreniyorlar.
Magazin programları hangi ünlü, kaçıncı kez sevgili değiştiriyor, artık yetişemiyor. Gençler ekran başında evliliğin sadece bir imza olduğunu ve nikahsız birliktelikler yaşayanların daha mutlu olduklarını anlatanları saf saf dinliyorlar. “Evlilik zaten zorlaştı, madem böyle de iyiymiş, evlenmeye ne gerek var.” diye gençler evlilikten iyice soğuyorlar.
« Sema Maraşlı »
7 Kasım 2012 Çarşamba
Amellerin en hayırlısı bir müminin gönlüne sevinç sokmaktır.
Dünyanın gerçek bir yer olduğunu düşünmüyorum. Hüseyin Akın'ın deyişiyle, dünyaya değil, rüyaya inananlardanım. Rüyadayız ve uyanacağız. Sonrasında her şey çok daha güzel olacak ya da olmayacak.
Şu da var: Hazreti Muhammed'e 'iki cihan peygamberi' derken, meselenin buradan ibaret olmadığını da söylemiş ve kabul etmiş oluyoruz.
Bir de şu: 'Huzur İslam'da' deniliyor. Doğrudur. Fakat bu sözün, burası için değil, orası için geçerli olduğuna inanıyorum. Her gün şu kadar yakıcı ve yıkıcı şey olurken, bir Müslüman'ın huzur içinde yaşaması mümkün mü? Değil.
Açıkçası, bu dünyada peşinden koşmaya değecek bir şeyin olduğuna inanmıyorum. İkinci otobüsün olmadığını bilsem bile, birincisinin peşinden koşmam.
Dil bahsini de unutmayalım. Dünyanın dilini bilmiyorum ve öğrenmeye de niyetli değilim. Çünkü bu dil, az harf ve çok rakamdan oluşuyor. Rakamlar, ağırlık yapar. Bize söylenen, ağırlıklarımızdan kurtulup öyle gelmemiz yahut gitmemiz.
Yasin suresinin elli sekizinci ayetinde, 'Onlara merhametli Rabbin söylediği selam vardır' buyruluyor. Kendi adıma, sadece bu selamın peşindeyim.
Yaşama gerekçem, Hay ve haysiyet.
***
Şu anda tam olarak hatırlamıyorum. Bir hatıratta okumuştum. Seksen yaşını geride bırakmış bir edebiyatçı, 'öleceğime üzülmüyorum, fakat doğmasaydım üzülürdüm' diyordu.
Bu ifadenin beni götürdüğü yer, 'heves' kelimesidir. Dünyaya geliyor veya gönderiliyor, hevesimizi alıp gidiyoruz. Az-çok.
Gözleri görmeyen birinin gezmeye gitmesini düşünün. Belki de böyle bir şey.
Sonuç olarak, şairin dediği gibi: Biz gidiyoruz dünya, sen çok yaşa e mi?
İnsanın hükmü, ancak gitmeye geçiyor.
İşte: Doğduğum vakit, dünya, dört buçuk milyar yaşındaydı. Geldim, gidiyorum, dünyanın yaşını hâlâ dört buçuk milyar olarak kayıtlara geçiriyorlar.
Bu kadar basit.
***
Bütün bunları niye yazıyoruz?
Açıklayayım: Dünyaya ait hiçbir şey, bir insanın kalbini kırmaya değmez. Tekrar ve tekrar söyleyelim; değmez.
'Amellerin en hayırlısı ise bir müminin gönlüne sevinç sokmaktır.'
Fakat böyle mi?
Çevremize bir bakalım: İş ortamlarına, siyaset sahnesine, sanal dünyaya...
Siyasi ikbal uğruna insanları kırarak ve kullanarak ilerleyenlere dikkat edin. Hizmetten, Allah rızasından bahsediyorlar.
Ahlak diyenden ahlaksızlık, merhamet diyenden merhametsizlik gördük, görüyoruz. Çok acı.
Sanal ortamları biraz kurcalayın. Müstear ismin yıkıcılığına sığınan din kardeşlerimiz, durmadan yaralayıcı 'iş'lere imza atıyorlar.
Kötülük yapmak, dünya tarihi boyunca, herhalde hiç bu kadar kolay olmamıştı.
Pusu kurmak bile ciddi bir emek isterken; sosyal medya üzerinden insanları karalamak, gönülleri yormak, sadece saniyeler alıyor.
Şunu da belirtmeden geçmeyelim: Kardeşlik hukukunu yerine getirip de birbirine düşkün ve tutkun olan insanların hemen 'çete' damgası yemesi de ayrı bir garipliktir. Soralım: Kimler kardeşti?
'Emeğe düşmanlık' konusuna girmiyorum bile.
Aliya İzzetbegoviç, 'hayat, inanan ve salih amel işleyenlerin dışında hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur' diyor. Öyle.
Artık bitirelim: Dünyanın işleri ikiye ayrılıyor; yalan dünyanın yanlış işleri ve yalan dünyanın doğru işleri.
Yanlışı yanlışla sürdürmemek dileğiyle.
« İbrahim Tenekeci »
30 Ekim 2012 Salı
Birini kendine âşık etmek.
O bildik hikâye. Âşık olmuş, gönlünü kaptırıvermiş birine. Hayat "o" olmuş artık. Varsa da yoksa "o". Sabah akşam "o". Hakkında konuşmak istediği tek konu "o".
"Nasıl oldu?" diye soracağım tutuyor. Sorunun önemine kendim de inanmadan, aslında cevabını en çok bildiğim bir şeyi soruyorum, bile bile. Sanki âşık olmanın "nasılı" varmış gibi.
Ellerini iki yana açarak, "Oldu işte," diyor. "Ben de bilmiyorum. Göz göre göre âşık oldum." Bir kibrit çakar gibi aniden, birden def'i bir şekilde gelişmiş her şey. Bir an gelmiş, artık sadece onu düşünür bulmuş kendini. Cevabında öyle gizemli, sıra dışı bir yan yok. Tahmin ettiğim şeyi söyledi. Ya ilk görüşte âşık olur insan; ya da adım adım, göre göre ama nihayetinde yine ani ve def'i bir şekilde.
Yok, sıradan bir cevap gibi göründüğüne aldanmayın. Ben de aldandım gerçi ilk anda. Öyle bir şey söyledi ki, vakti gelip de idrak ettiğimde, zihnimde bir şimşek çaktıracak, karanlık bir noktayı aydınlatacaktı sözündeki bir ayrıntı.
Bir kutu mendilin neredeyse yarısını bitirdi. "Hepsini kullanma, başkalarını da düşün," diyorum. Hem ağlıyor hem gülümsüyor. "Güzel işte âşık olmuşsun. Birini seviyorsun. Gönlünü kaptırdın ona. Bunda ağlayacak ne var ki?" diye yarı takılarak soruyorum. Yok, sen beni hiç anlamıyorsun, der gibi bakıyor yüzüme.
"O beni sevmiyor ama."
"Sevmesin, ne olacak ki, sen onu seviyorsun ya, yetmez mi?" diyorum üzerine giderek. Gıcık bir cümle olduğunun farkındayım. Ortamı biraz germek istiyorum nedense?
"İnsan sevilmek istiyor ama. Benim de sevilmeye ihtiyacım var."
Doğru söze ne denir? İnsanın sevilmeye ihtiyacı var. İşin aslına bakılırsa canlı cansız her varlık sevilmek istiyor ama insanınki bir başka.
"Çok kızgınım," derken sesinde kızgınlığın titreşimi hissediliyor. Kime kızgın acaba, ona mı kendine mi? Kendine niye kızgın olsun ki, elbette ona kızgın olacak. O beni sevmiyor, dedi ya. Yine de soruyorum.
"Kime çok kızgınsın?"
"Kendime tabii ki."
"Tabii ki"yi öyle bir tonda söylüyor ki, bu soruyu sorarak ayıp etmişim sanki. Bu soru da sorulur mu şimdi dercesine. Oysa iyi ki sormuşum. Yoksa ben ona kızgın olacağını sanıp yaşadığı karmaşanın esasını kaçırmış olacaktım.
"Kendine kızgınsın, çünkü..." Çok sevdiğim bir teknik bu. Cümle tamamlama testi gibi. Cümlenin sonunu karşıdaki tamamladığında kendiyle ilgili çok önemli bir bilgi vermiş olacak.
"Kendime niye kızgın olmayayım ki, siz olsaydınız kendinize kızıp suçlamaz mıydınız? Onu kendime bir türlü âşık edemedim."
Soru okkalı. Biraz düşünüyorum ama uygun bir cevap gelmiyor aklıma. Madem öyle ben de soruya soruyla karşılık veririm. "Onu kendine âşık edememek kendinle ilgili ne hissettiriyor sana?"
Şimdi de düşünme sırası onda. "Çok yetersiz olduğumu hissettiriyor. Kendimi sevdirmeyi beceremedim bir türlü. Bu yüzden kendimi çok suçluyorum. Bazı arkadaşlarım başarıyor bunu ama. Âşık olduklarını etkileyip sevdiriyorlar kendilerini."
İşte bu kötü oldu, başka arkadaşlarının bunu başardığını sanması yani. Öyle bir şey söylemeliyim ki, bu onu ikna etmeli. Başım çatlayacak neredeyse zihnimin kıvrımlarında ona söyleyeceğim şeyi aramaktan.. İşte tam o anda masada kimin koyduğunu bilemediğim kibrit kutusu çarpıyor gözüme. Konuşmasının başında, "Kibrit çakar gibi bağlandım ona," dememiş miydi o da?
"Şu kalemi kibrit kutusunun kavına sürterek yakar mısın?"
"Kalem yanmaz ki," diyor, bir yandan da ne ne yaptığımı anlamaya çalışıyor yüzümü inceleyerek.
"Bir kalemi yakamadın ne kadar beceriksizsin diye kendine kızıp suçlamazsın yani?" Başını oynatmadan gözleriyle evet diyor. Kutudan bir kibrit çöpü çıkarıp yakmasını istiyorum. İsteksizce uzanıyor kibrit kutusuna. "Lütfen, gerçekten yapmanı istiyorum," diyorum. Kibrit çöpü kolayca alev alıyor.
"Muhteşem bir iş başardım, bravo bana, der misin kendine şimdi?" diye soruyorum.
"Bunun neresi muhteşem yahu, kibrit çöpünü kutunun zımparalı kenarına sürttüm, o kadar, herkes yapabilir bunu."
"O zaman ne demek istediğimi anladın."
Evet anlamında başını sallayarak konuşmaya katılıyor. "Yani âşık olduğum çocuk demir metal gibi, ne yaparsam yapayım ateş almayacak, öyle mi?"
"Evet öyle. Ne yaparsak yapalım birini kendimize âşık etme gücümüz, kudretimiz yok. İşte bu yüzden, birisini niye kendime bağlayamadım demek haddi aşan bir ifade."
"Ama arkadaşlarımdan yapan var."
"Hayır, yok. Onların yaptık dedikleriyle senin kibriti yakman arasında fark yok. Kendini düşünsene, âşık olmak için ne yaptın, koca bir hiç. Kendin dedin ya kibrit çakar gibi oldu diye. Birisinin kalbi kibrit çöpünün o kavlı ucu gibi yanma yani âşık olma kıvamına gelmişse, ki bu Mutlak Varlığın iradesiyledir, insan sadece bu sevginin ortaya çıkmasına vesile olabilir. Birisi sana âşık olup sevdiyse bu senin başarın olmadığı gibi âşık olmaması da başarısızlığın değildir."
"Kalpleri evirip çeviren O'dur yani?"
Evet, bütün mesele budur.
« Mustafa Ulusoy »
1 Ağustos 2012 Çarşamba
Kulluk borcu...
Unutma; her insan dünyaya borçlu olarak gelir.
Hayatı boyunca da onları ödeye ödeye yaşar.
İnsan doğduğu andan itibaren, onu karnında taşıyan
ve dünyaya getiren, büyümesine yardımcı olan "annelik" borcuyla başlar hayata...
Vesile olan ve rızkını temin için çırpınan insan için,
"babalık" borcu...
Evlendiğinde, yuvasına "sadakat" borcu..
Çoluk çocuğa karıştığında "sorumluluk" borcu..Ve dahası "vatan" borcu..
Gözlerini hayata yumduğu andan itibaren, yeni borçlar çıkacaktır önüne;
"Kulluk" borcu...
« A. Günbay YILDIZ »
?
"Fazla okuma uçarsın!" diye dalga geçiyorsun.
Okuduğuyla amel edeni görünce de
"O kadar derine dalma, delirirsin!" diyorsun.
Acil servisleri dolduran genç kız ve delikanlılarımız,
acaba fazla ibadetten mi; yoksa çok okumaktan mı
oraya düştüler?
Dindar gençlerle züppe tipler,
mutaasıb ailelerle sosyete aileleri karşılaştırmalı!
Hangileri daha çok bunalıyor, daralıyor?
Okuduğuyla amel edeni görünce de
"O kadar derine dalma, delirirsin!" diyorsun.
Acil servisleri dolduran genç kız ve delikanlılarımız,
acaba fazla ibadetten mi; yoksa çok okumaktan mı
oraya düştüler?
Dindar gençlerle züppe tipler,
mutaasıb ailelerle sosyete aileleri karşılaştırmalı!
Hangileri daha çok bunalıyor, daralıyor?
Hangileri intihara kalkışıyor?
Hangileri derine dalmış, hangileri çukura düşmüş?
Fazla mala göz çıkarmaz diyorsun da,
fazla ibadet, fazla örtünme, fazla sadaka, fazla
okumanın göz çıkardığına nasıl hükmediyorsun?
İbrahim Balcı / Ertelenen islami Hayat
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)